David Gaunt: Sahnenin Hazırlanması: Kürtler Hakkari Asurilerini Yok Etmeye Başlıyorlar

Birkaç istisnayla, güneydoğu Anadolu’daki Süryani ve Ermeni yerleşimleri, Kürtlerin nüfusun çoğunluğunu oluşturdukları ve ağa denilen Kürt reislerin yerel siyasi gücü ellerinde bulundur­dukları bölgelerdi. Modernlik Öncesi zamanlarda, Süryaniler ve Kürtler birbirlerine yakın yerlerde yaşarlardı. Geleneksel olarak, Asur dini lider Mar Şimun’un, yönetimde Hakkâri emirinden sonra geliyor ve yokluğunda emire vekâlet ediyordu. Diyarbakır vila­yetinde birçok Kürt aşiret konfederasyonunun Süryani üyeleri vardı. Daimi olarak Muhallemi ve Mardin’in Ömerli sancağında İkamet eden Nisanay aşiretleri, Hıristiyan kökenliydiler ve bu du­rumu anımsarcasına, bazıları Hıristiyan akrabalarıyla bağlarını korumaya devam ediyordu.

Aynı zamanda, Kürt folkloru Er­menilere karşı değil, Süryanilere karşı dostça tutumlardan söz ediyordu. Nasturiler hakkındaki bir Kürt atasözü şöyleydi: ”On­larla bizim aramızda bir saç kılı kadar fark var ama Ermenilerle aramızda bir dağ kadar fark var.” Kürt erkekleri ve Nasturi kadınlar arasındaki aşklara da rastlanıyordu. Kimi zaman, gezginler Nasturi aşiretlerini “Hıristiyan Kürtler” olarak da sınıflandırmıştır. Müslüman nüfus ara­sına sıkışmış çok sayıda terkedilmiş kilise ve (piskoposluk bölgeleri dâhil) minyatür yerleşimlerle ilgili araştırmaları sıra­sında, Basil Nikitin ortak bir ırksal temele işaret etmişti. Ona göre, buna eskiden çok daha geniş ve yaygın olan Nasturi topluluğun İs­lamlaşması ve Kürt kültürüne asimile olması neden olmuştu.

Ne var ki, doğu Anadolu’daki Hıristiyanların çoğunluğu özgür aşiret üyeleri değil, ya feodal Kürt ağalarına ya da birkaç benzer örnekte, feodal Nasturi meliklere bağlı olan tarım ve besicilikle yaşayan kişilerdi. Bu yüzden, Ermeni ve Süryani Sorunları, kar­maşık Kürt Sorunu’nun parçası haline gelmişti. 19. yüzyılın kanlı etnik ve dini çatışmaları, temelde Sünni Kürtler ile Doğu Hıristi­yan kiliselerinin üyeleri arasındaydı. Hıristiyanlar Şeytan’a tap­tıkları gerekçesiyle aforoz edilen Gayri-Müslim Yezidiler ve Türkçe’de genelde Kızılbaş olarak adlandırılan heterodoks Şii inançlı Aleviler gibi marjinal Kürt gruplardan destek bulurlardı.

18. yüzyılın ortasına kadar, Kürt nüfusu, iktidarları babadan oğla geçen emirlerin yönettiği büyük, toprağa dayalı aşiret kon­federasyonlarına bölünmüştü. Erken 16. yüzyılda Yavuz Sultan Selim’in Batı Ermenistan’ı fethinden sonra, resmi Kürt emirlikler Kürdistan eyaletleri kurul­muştu. Emirlik Osmanlı yönetiminden bağımsız olmakla birlikte, kendi topraklarında yaşayan halkların birliğinden sorumlu tutu­lan emir, rakip aşiret ve klanların reisleri arasında hakem rolünü de oynardı. Merkezi yönetiminin gücüne bağlı olarak, ya emirler sultana haraç ödemek zorundaydılar ya da sultan onlara yıllık bir Ödeme yapardı. Yavaş yavaş, Osmanlı yönetimi etkinliğini büyük kentleri kontrol edecek, bir adliye sistemi kuracak, vergi topla­maya başlayacak ve emirlerin bağımsızlığını azaltacak ölçüde ge­nişletecekti. Emirlerin güçsüzleşmesinden sonra, Kürt toplumu dağıldı. Birkaç birleştirici kuvvetten biri, derviş tarikatlarının özellikle de Nakşibendî tarikatının liderliğiydi.

Erken 19. yüzyılda, tüm Kuzey Mezopotamya’da kaos hüküm sürüyordu. Nasılsa büyük güç kazanmış olan Osmanlı denetimi, Mısır’ın asi yöneticisi Muhammed Ali’nin ordularının bazı yerel Kürt aşiretlerinin yardımıyla savaşı kazanıp, Suriye’yi işgal etmesinden sonra dağıldı. En sağlam Kürt destekçileri, Diyarbakır-Halep arasında yaşayan Kürt Arap Milli aşiret konfederasyonuydu. Daha sonra, en büyük liderleri İbrahim Paşa komutasında, Kürdistan’ın batı kanadındaki en önemli konfede­rasyon olarak ortaya çıktılar. Başlıca rakipleri olan Cizre’nin güneyindeki bozkırda yaşayan Şammar Arapları ile sürekli savaştılar. Ve Şammarları geri püskürten Milli, bu bölgeye girdi. İbrahim Sul­tana tam bir sadakat gösterdi ve cömertçe ödüllendirildi.

Kısa ömürlü Mısır işgali sona erdiğinde, Osmanlı’nın güçsüz­lüğünün farkına varmaları,Kürt reisleri kendi yönetimlerini ge­nişletmeye teşvik etti. Bazıları Mısır’dakine benzeyen bir özerkliğe can atmaya başlamıştı. Aralarında daha hırslı olanlar, sonuçta kendi bağımsız devletlerini kurmayı umuyordu. Osmanlı yönetimi yerel aşiretlere boyun eğdirmeye öncelik vermekle bir­likte, onlarla başa çıkacak güçte değildi. Aziz hanedanlığının üyesi, Botan Emiri Bedirhan, 1840’larda başarının eşiğine kadar gelerek, Cizre kentini Beyliğinin başkenti yaptı. Van, Hakkâri, Müks, Kars ve Ardahan reislerini birleştirerek, 1845’te yenilinceye kadar bir yönetim kurdu, düzenli ordu oluşturdu ve kendi sikkesini bastırdı. Bunlar temelde Kürt ulusunun iç çatışmaları olmakla birlikte, Hıristiyan halklar için de sonuçları olmuş; çünkü onları taraf tutmaya zorlamıştı. Özellikle, Asur aşiretler Kürt ­müttefikleriyle birlikte savaşlara katılmakta hiç çekingenlik göster­memişlerdi.

On dört Kürt ve Hıristiyan aşireti yöneten Hakkâri Kürt Emir­liği, yönetici hanedanın iki üyesi arasında emirlik kavgası nede­niyle kargaşaya düşmüştü. Asur dağ aşiretleri emirliğin safına geçmiş ve Mar Şamun emir’in sağ kolu olmuştu. Astırlar’ın ana gövdesi, taht kavgasında kaybeden tarafı desteklerken, kanlı bir çatışma kaçınılmaz hale gelmişti. Eski emirin oğluna sadık kal­mışlardı. Gaspçı Nur-AIlah, Hakkâri Emiri olduğunda, kendi ege­menlik alanında yaşayan Hıristiyanlar üzerinde daha sıkı bir kontrol kurmaya kararlıydı. Hatta 1841 ’de Koçanis’e (Patrikhane merkezi) bile saldırdı ve bu emirlik ile Asurlar arasında sürekli bir uçurumun açılmasıyla sonuçlandı. Asurlar’ın çoğunluğu bu ça­tışmada başından sonuna kadar Mar Şamun’u destekledi, ama karşı koymayı aptallık sayarak, onunla ilişkisini koparan ve Nur-Allah’ın safına geçenler de vardı. Bu yüzden Nasturilerin bö­lünmeye başlamasıyla Mır Şam’ım’un siyasi otoritesi de tanışılmaz olmaktan çıktı.

1843’de, Nur-Allah ve Bedirhan Asur topraklarını istila etti­ğinde büyük bir Kürt isyanı patlak verdi. Aynı yılın Temmuz ayında, Bedir-Han Cizre kasabası içinde ve yakınlarında ve Hak­kâri Dağları’ntn batı kollarında Barwar sancağında yaşayan Nas­turilere saldırdı. Katliamlar yıllarca sürdü ve öldürülen Hıristiyanların sayısının on bine ulaştığı tahmin ediliyordu. Mar Şimun ailesiyle birlikle Musul’a kaçtı. Benzer bir saldırı da 1846’da gerçekleşti. Bedirhan’m Nasturi Hıristiyanlara karşı et­kinlikleri gazetelerde haber olduğunda, uluslararası kamuoyu ta­rafından öğrenildi. Bunun üzerine, Büyük Güçler müdahalede bulunması için Babıâli’yi baskı alıma aIdılar.

Bu çatışmalar ve uluslararası dikkatin bölgede yoğunlaşması, bölgede Osmanlı gü­cünün ciddi bir biçimde yeniden tesis edilmesi ve Kürt emirlikle­rinin özerkliğinin yavaş yavaş ortadan kaldırılmasıyla sonuçlandı. Hıristiyanlara yönelik katliamlar, Avrupalı siyasetçileri ve kamuoyunu Osmanlı Hıristiyanlan’nın “kurbanlaştırılmaması” Kürtlerin sal­dırganlığı ve hükümet yetkililerini işbirliği konusunda uyarıcı rol oynadı. Kamuoyunun dini azınlıklara yönelik uluslararası ko­ruma taleplerinde, bu olaylar önemli bir kilometre taşı olmuştu,
Kürt emirliklerin ortadan kaldırılmasından sonra, Kürdistan alt düzeyde küçük mücadelelerle parçalandı. Yavaş yavaş, şeyh­ler denilen Kürt dini liderler, aşiretler arasında arabulucu ve meşru siyasi birleştirici kuvvet rolünü üstlendiler. Ne var ki, şeyhlerin yükselişi, Kürdistan’da daha önce salt siyasi nitelik taşımış olan mücadelelere ciddi bir dinî boyut ekledi. Din ve siyasetin bu bileşimi, Kürt liderlerin Asur (Nasturi) Hıristiyanlar, Yezidiler ve Şii Kürtler ile ittifak kurmalarını güçleştirdi.

1877-78 Rus-Türk savaşının ertesinde, Bedirhan’ın bazı oğullarının liderliğinde Hakkâri ve Botan Kürt­lerinin küçük bir isyanı görüldü. Ne var ki daha önemli bir olay, Türkiye ve İran KürtIeri’ni birleştirerek, bağımsız bir Kürdistan kurmayı amaçlayan Şeyh Ubaydallah’ın dini motifler taşıyan is­yanıydı. Bu büyük isyan, gerçekte bazı toprak kazanımları sağ­ladı. Ubaydullah, nüfuzlu ailesinin Nakşibendî mistik tarikatını yönettiği Hakkâri sancağına bağlı Şemdinli Nehri sınır köyünün yerlisiydi, Ubaydallah’ın kuvvetleri 1880’de batı İran’ı İstila ede­rek, Urmiye Gölü’nün batısındaki kırsal bölgeleri ele geçirdi ve hatta Tebriz kentini bile tehdit etti. I. Dünya Savaşı sırasında, Bedirhan’ın torunları (birçok rakipleri içinde en önemli olanı Rus yanlısı Abdülrezzak’tı) ve Şeyh Ubaydallah (oğulları Abdülkadir ve Muhammed Sadık ve torunu Taha), bu harekâtların anı­larını Küıt bağımsızlık hareketinin doğal liderleri olduklarını iddia etmek için kullanacaklardı. Aynı zamanda, Osmanlı ve İran Kürt­lerinin birliğini siyasi gündeme taşıyarak, sınır boylarını casus­ları, maceracıları ve gerillaları kendisine çeken bir mıknatıs haline getirmişlerdi.

Yüksek dini ve siyasi gerilim Müslüman-Hıristtyan ilişkile­rini tehlikeye düşürdü. Kayırılan Müslüman nüfus ve ayrıcalık­sız ama hoşgörü gösterilen Hıristiyan nüfus arasındaki geleneksel ayrım zedelendi. Hoşgörü özellikle Hıristiyan çiftçiler ve göçebe Kürt besiciler arasında iç çatışmaların zalimce sürdürüldüğü kır­sal bölgelerde yok oldu.

Anglikan rahip W. A. Wigram, I. Dünya Savaşı’nın başlamasından hemen önce Kuzey Mezopotamya’ya yapmış olduğu geziyi anlatan bir yapıt kaleme almıştı. Asur aşi­ret üyeleri yazara bölgede son zamanlarda yaşanan etnik ve dini gruplar arasındaki şiddetin çok daha vahşi boyutlara tırmandığını söylemişti. Müslüman ve Hıristiyan aşiretler arasında ki durumun bir kuşak öncesine göre hiçbir biçimde dayanılamaz olduğunu yazmıştı.

… Silahlar hemen hemen eşitti ve sayıları daha az olmakla birlikte, Hıristiyanların sağlam savunma mevzileri vardı. Asur kanı taşıyan erkekleri, savaşçı atalarının torunlarıydı Dolayısıyla, Abdülhamit dönemine kadar, taraflar bir bütün olarak bakıldığında aşağı yukarı denk güçlerdeydiler. Ku­şaklar boyu “karşılıklı akınlar “da şöyle özetlenebilecek bir ortak anlayışa varılmıştı; “Dilediğinizi alın, ama geride bıraktıklarınıza zarar vermeyin ve kadınlara dokunmayın. ”

Bu yüzden çifttik hayvanları helal sayılırdı, halılar ve diğer ev eşvaları, elbette silahlar da. Ama evler yakılmaz, yetiş­tirilen ürünlere ve sulama kanallarına zarar verilmezken, nazik eşkıyalar tahıl ambarlarına dokunmadan giderlerdi. Daha birkaç yıl öncesine kadar, aşiret köylerine yapılan ataklarda, kadınlara asla ilişilmezdi. Ve bu o kadar iyi bi­linirdi ki kadınları korumak da gerekmezdi… Bu yönden işler değişmiş ve kötüye gitmiştir. Artık kadınlara her zaman gereken saygı gösterilmiyordu Kürtlere dağıtılan tü­fekler eski eşitlikten eser bırakmamıştı. Rahmetli Sultan kısmen kendi tahtını korumak, kısmen belki de Hıristiyanları egemenliği altında tutma düşüncesiyle, “Hamidiye ” Alaylarını kurduğunda Kürtler silahlandırılmıştı. Şimdi de sayı eşitsizliğine Mavzer ve çakmaklı tüfek arasındaki fark­ların getirdiği zorlukları eklerseniz, durumun olanaksızlığını görürüsünüz, işte o zamandan beri denge yavaş yavaş Hıristiyan aşiretlerin aleyhine dönmüştür.”

İmparatorluk yönetiminin kanıtlanmış yöntemi, böl-yönettir. Osmanlı yönetimi eskiden asi olarak tanınmayan bazı Sünni Kürt aşiretlerinin sadakatini kazanmaya çalışmıştı. Bunlar palazlanır ve ayrıcalıklar elde ederlerken eski asi emirler gözden düşürülm­üştü. Bu yüzden. Bedirhan gibi geleneksel yönetici hanedanlık­lar hemen hemen sürekli muhalefete itilirken, yeni aşiretler ya da yeni bölgelere göçmüş aşiretler, yönetim tarafından kayırılmaya başlanmışlardı. Doğal olarak, amaç geleneksel liderlerin otorite­sini kırmak ve çeşitli nedenlerden dolayı ihtiyaç duyulan grup­lara gelişmeleri için devlet desteğini esirgemetnekti. Bu politikanın bir yanı da bazı seçilmiş Kürt aşiretlerini Osmanlı dü­zenine entegre etmekti.

Diyarbakır vilayetinin güney kesimi, bu seçmenin bir örneğiydi. Tarihsel olarak, bu yöre Arap Bedevi aşi­retlerini ve Süryani Hıristiyanları da içine alacak kadar geniş olan Hevırki adlı bir konfederasyonun kontrolündeydi. Emirlik ça­ğında, bu konfederasyonun reisi Botan Emirinin bir vassalıydı. Yıkılmış olan Botan devletinin parçası olan Hevırki aşiretleri, yö­netime düşmandı ve devamlı olarak düşük yoğunluklu yerel bir isyan durumu içindeydi. Bu alana Dekşiri konfederasyonuna bağlı yeni aşiretler göçtü. Bunlar yörenin yabancısı olup Botan’la eskiden hiçbir ilişkileri yoklu. Ne var ki, Dekşiri Osmanlı yöne­timinin desteğine sahipti. Böylcce, köy ve mezralar üzerindeki küçük çatışmalar, derhal Hevırki ve devlet otoriteleri arasındaki bir çatışmaya dönüştü. 1. Dünya Savaşı’ına kadar ve savaş sü­resince, Hevırki’nin bir bölümü her zaman yönetime karşı isyan durumunu sürdürmüştü. Hıristiyan katliamları sırasında, Tur Abdin’deki Hevırkiler’in bir bölümü yönetime meydan okumak kadar, insani ahlak anlayışları nedeniyle Hıristiyan komşularını cesaretle korumuşlardı.

Kaynak: http://mamasyria.blogspot.de