Mayıs 2017’de yayımlanan bir çalışmaya göre 3 Ağustos 2014 ve devamında IŞİD’in Şengal’de gerçekleştirdiği soykırım sonucu 10 bin Êzidî [1] ya infaz ya da açlık ve susuzluktan hayatını kaybetmiş, 6 bin 500 kadın ve kız çocuğu kaçırılmıştı [2]. 2 bin 500 kadının hala esaret altında olduğu düşünülüyordu [3]. O dönemde Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin, şu an ise Irak Federal Devleti’nin kontrolü altında bulunan Şengal’de yaşayan Êzidîler soykırıma uğramış ve bütün dünya izlemişti.
Eylül 2017’de Êzidî soykırımını belgelemek üzere bir yıllığına Duhok’a taşındım. Çatışma bağlantılı cinsel şiddet [4] konusundaki çalışmalarım dolayısıyla bu soykırım dikkatimi çekmişti. Şengal’de yaşanan soykırım, Bosna ve Ruanda’dakine benzer şekilde, planlı ve sistematik tecavüze ek olarak cinsel köleliğe zorlama ve zorla evlilik suçlarını da içeriyordu.
Birleşmiş Milletler tarafından tanınmış olsa da [5], Êzidî Soykırımı’na dair delil toplama süreci çok yavaş ilerliyor ve hayatta kalan birçok kadın henüz beyanları kayıt altına alınamadan farklı programlarla mülteci olarak Almanya’ya, Kanada’ya, ABD’ye gidiyordu. Ne Bağdat, ne Erbil delil toplama konusunda herhangi bir girişimde bulunmuyor, STK’lar ve uluslararası kuruluşlar ise insani yardıma odaklanıyordu.
ABD’de yaşayan Êzidîler tarafından soykırımın hemen akabinde kurulmuş olan Yazda isimli STK, insani yardımın yanı sıra belgeleme konusunda çalışıyordu. Şengal’in IŞİD’den kurtarılmasından sonra başlayan ve benim yöneticiliğini üstleneceğim Soykırım Belgeleme Projesi hem hukuki sürece katkıda bulunmak hem de soykırıma dair tanık beyanlarının yer alacağı bir arşiv oluşturmak amaçlarını taşıyordu.
Benim dışımda herkesin Êzidî olduğu ekibimle tanıştığımda, soykırımın etkilerinin günlük hayatın en küçük ayrıntılarında bile kendisini gösterdiğini gözlemledim. Bazen ekipten biri iki günlüğüne izin isterdi; öğrenirdim ki, ailesindeki kadınlardan biri esaretten kurtulmuştu ve onu almaya gidiyordu. Sıradan sohbetlerde Birleşmiş Milletler, Uluslararası Ceza Mahkemesi, toplu mezar, soykırım gibi ifadeler sıkça geçerdi. Artık Şengal düğünlerinde dans edilmiyordu, çoğu düğün ölen, esaret altında olan akrabaların yokluğu sebebiyle cenaze havasında geçiyordu. Neredeyse hepsi mülteci olarak başka ülkelere başvurmuştu; ortak düşünce, “burada bir geleceğimiz yok” idi.
Adaletin tecelli edeceğine dair hiçbir inancı kalmamış bir halk arasında belgeleme faaliyeti yürütmek hiç kolay değildi. Konuştuğum neredeyse her kadın, sözüne “bunun ne faydası olacak ki” diye başladı. Hiç haksız değillerdi; 2014’ten beri tacize varan ısrarlar sonucu Batı medyasına onlarca kere röportajlar vermişler, fakat bunların sonucunda kendilerine söz verilen hiçbir yardımı alamadıkları gibi “seks köleleri” başlıklarıyla ‘klik gazeteciliği’nin hedefi olmuşlardı.
Gazeteci değil, avukat olduğumu ve hukuki sürece dair orada bulunduğumu anlatmam vakit aldı, ancak bu güvenlerini kazanmak için yetmiyordu. Müslüman olmamam önemli değildi; yalnızca Êzidîlere güveniyor ve maruz bırakıldıkları cinsel şiddet konusunda Êzidî kadınlar dışında kimseyle konuşmak istemiyorlardı. Esaretten kurtulan ilk kadınların durumu ile karşılaştırıldığında bu bir ilerleme sayılırdı. Soykırım tecavüzünün varlığı ilk günden beri aşikâr olsa da, toplum içerisindeki ötekileştirme sebebiyle çoğu kadın bu konuda uzun zaman sessiz kalmıştı.
Nadia Murad ve Lamîa Hacî Beşar (Lamiya Aji Bashar, لمياء حجي بشار) gibi hayatta kalan aktivist kadınların çabası sonucu cinsel şiddet dünya gündeminde yer bulmuş, bu da Êzidîlerin dini lideri Baba Sheikh tarafından bu kadınların Êzidî inancına geri kabul edilmeleri gerektiğine dair bir açıklama yapılmasına yol açmıştı. Bu açıklama ile birlikte tecavüze dair tabu çoğunlukla yıkılmış, çok sayıda kadın aileleri ile olmasa dahi, psikososyal destek sağlayan STK görevlileri ve esaretten kurtulan diğer kadınlar ile bu konu hakkında konuşmaya başlamıştı.
Belgeleme kapsamında soykırım tecavüzünden hayatta kalmış ve şu an aileleriyle birlikte Duhok çevresindeki kamplarda yaşayan yüzden fazla kadınla çalıştım. Baba Şêx’in açıklamasına karşın, çok sayıda kadının ötekileştirme korkusuyla cinsel şiddet konusunda konuşmaktan kaçındığını, karmaşık travma sonrası stres bozukluğu yaşıyor olmasına karşın psikososyal destek dahi almak istemediğini gözlemledim.
Nurcan Baysal’ın da aktardığı gibi [6], birçok kadın intihar etti, hem de bazıları kendini yakarak. Son derece ataerkil ve yalnızca kendi içinde evlenen bir toplumda, ‘düşman’ tarafından tecavüze maruz bırakılmanın ‘utancı’ ile yaşamaktan kurtulmaları için, bir kısım kadın aileleri tarafından evlenmeye zorlandı. Kimse bu kadınlara evlenmek isteyip istemediklerini sormadı, ancak erkekler, hayatta kalan kadınlarla evlendikleri, bu kadar ‘açık fikirli’ oldukları için ‘kahraman’ ilan edildiler.
Maalesef ki aynı ‘kahraman’ erkekler, 6 bin 500 kadının aylarca, hatta yıllarca tecavüze maruz bırakılmasının beklenen sonucu olan, tecavüzden doğan çocuklar meselesinde bu kadar ‘açık fikirli’ olamadılar.
Yarın – TOPLUMSAL TRAVMAYI BELGELEMEK: “Yıkılamayan Tabu: Tecavüzden Doğan Çocuklar”
[1] Ezidi ve Êzîdî olarak yazılsa da, Şengal’de Kurmancî olarak kullanılan şekliyle Êzidî yazılışını tercih ettim.
[2] Cetorelli, V. et al. (2017). Mortality and kidnapping estimates for the Yazidi population in the area of Mount Sinjar, Iraq, in August 2014: A retrospective household survey. PLOS Medicine 14(5).
[3] Id.
[4] İngilizce’de conflict-related sexual violence olarak anılan bu terimin literatürde kabul görmüş Türkçe karşılığına rastlamadığımdan bu şekilde çevirdim.
[5] United Nations Human Rights Council, “They came to destroy”: ISIS Crimes Against the Yazidis, A/HRC/32/CRP.2 (15 June 2016)ç
[6] Baysal, N. (2016). Ezidiler: 73. Ferman. İstanbul: İletişim Yayıncılık.
Kaynak: bianet.org