ERZURUM VİLAYETİ

Belge No 111

HAYATTA KALAN POĞOS VARDANYAN’IN, ERZURUM ERMENİLERİ­NİN TEHCİRİ VE KATLİAMIYLA İLGİLİ TANIKLIKLARI

2 Ekim 1916, Erzurum

Bizim de şehri terk etmemizi emrettiler. Biz de kağnıları yükledik ve şehrin kapısına (Konstantinopel Kapısı) gittik. Orada, her birimizin geçiş belgesine baktıktan sonra, kadınları tek tek içeri götürdüler ve üzerlerin­de silah aradıktan sonra, bize de şehrin kapısından geçme izni verdiler. Şehrin kapısında iki zaptiye durmuş, erkeklerin üzerini arıyor, bir üçüncüsü de geçiş belgelerimize bakıp, kaç kişiden oluştuğumuzu sayıyor ve şahısların sayısı geçiş belgesine uyduğunda, şehrin kapısından geçme emri veriyordu. Bu işlemi bize de uyguladıktan sonra, arabaları sürüp şe­hir kapılarından çıkmamızı emretti ve şehrin kapılarından çıktık. Ilıca’ya doğru yola çıktık. O gece şehrin 1,5 saat uzağındaki (1915 Mayıs sonları) Kez köyünde kaldık.

Ertesi günü jandarmalar kalkmamız için tekrar emir verdiler. Orada yaklaşık 50-60 aile vardık. Yolun üstünde iki jandarma durmuş geçiş üc­reti alıyordu, adam başı 1 kuruş (8 kopek). Oradan da geçip, 2 saat son­ra Ilıca Köprüsü’nün kuzeyine vardık. Köprünün diğer kıyısında bizden önce yola çıkan aileler çadır kurmuştu, biz de onların yanma yerleştik. Bu şekilde şehirden gelen aileler orada toplanıyordu.

Bir akşam bir jandarma geldi ve biz erkeklerin barhanadan (2) çıkıp baş­çavuşun yanma gitmemizi emretti. Başçavuş elinde bir kâğıtla duruyor­du. Hemen tüm erkekler ordaydı zaten. Başçavuş, “Divan-ı harpten sizin için bir talimat geldi, şimdi size bildireceğim”, diyerek kâğıdı çıkarttı ve yüksek bir yerde durup okumaya başladı.

A. Divan-ı Harbimiz ve Ekselansları Valimiz sizin için bir emir ver­miştir. Buna göre, Erzurum tüm halkını, zararsız bir şekilde belirlenen yere götüreceğiz (fakat yerin adını vermedi).

B. Barhanada, halkın huzurunu bozan sarhoş bulunduğu takdirde, he­men divan-ı harbe gönderilecek ve korkunç cezaya çarptırılacaktır.

C. Kimde silah bulunursa, o da divan-ı harbe gönderilecek ve ailesi öldürülecektir.

D. Herhangi birinin yanında askere ait bir şey, elbise vs. bulunduğu takdirde, divan-ı harbe gönderilecektir.

Birkaç benzer emir daha okuduktan sonra, “Size hiçbir zarar gelme­yecektir, ne canınıza, ne de malınıza”, diye ekleyerek garanti verdi. He­pimiz birlikte, “Padişahım çok yaşa” diye bağırıp alkışladık ve aileleri­mizin yanına döndük.

Ertesi günü istirahat ettik. 5-6 yaşında bir oğlu olan bir kadın vardı. Çocuğunun elinden tutmuş, yakacak odun veya tezek aramaya gidiyordu. Yere eğilmiş olarak bir arpa tarlasına yönelmiş ve üç kişinin arpa biçer­ken yanlarındaki jandarmayla konuştuklarını görmüş. Kadın, ne konuş­tuklarını duymak için, tarladaki su kanalına saklanmış. Türkler, “Bu gâ­vurları nereye götürüyorsunuz ki, böyle sevinçli gidiyorlar, düğün varmış gibi”, diye sormuşlar jandarmaya.

Jandarma şöyle cevaplamış: “Karar verilen yere götüreceğiz onları.” Türkler: “Nereye karar verilmiş?” Jandarma: “İki şehrin arasında orman­lık bir yer var, hepsini orada öldüreceğiz.” Türklerden biri: “Bakın ne kadar sevinçli ve mutlular, başlarına gelecekler hiç akıllarına gelmiyor.”

Kadın bunları duyunca, topladıklarıyla yetinip, hemen barhanaya koşmuş. Tüm gördükleri ve duyduklarını anlattı, fakat vali bize güvence verdi, bizi emniyetle yerimize ulaştıracaklar deyip hiç kimse onun sözle­rine önem vermedi.

Ertesi sabah kalktık, gideceğiz, dediler. Herkes hazırlıklarını yaptı ve 10 jandarma ilk arabanın önünden, kalanları ortadan ve en sonunda da biz, Erzincan’a doğru yola çıktık. Ilıca’dan çıkalı 15 dakika olmuş­tu. Yolda arkadaşlarımdan birine rastladım. Oturmuş seyrediyordu. Ar­kadaşım beni çağırdı, “Barhanamızın uzunluğu ne kadar göreyim diye, ilk arabadan itibaren burada oturuyorum”, dedi. Ben de onunla oturdum. Tüm uzunluğu iki saatti. Kalkıp biraz ilerledik ve yağmur başladı, mola verdiğimiz Evrenli Hanı’na kadar sürdü yağmur. Yağmur kesildi. Karan­lık basmıştı. Gece tellal gelip, yarın sabah erkenden yola çıkacağımızı bildirdi.

Hep birlikte barhanamızın heyetine’ gidip, bir sonraki gün yürüyeme- yeceğimizi bir gün istirahat istediğimizi söyledik. Heyet bir gün istirahat emri aldı (Heyet üyeleri: Altunyan Garegin, Melkon Patikyan, T. Şilayan vd.). Ertesi günü çıkan parlak güneş, sıcaklığıyla yağmurun ıslattık­larını kuruttu. Aynı günü, askerlerden biri atıyla geçerken pınarın başında bir kız görmüş ve bu kızı bana verin demiş. Hemen durumu heyete bildir­diler ve jandarma komutanı sayesinde durum önlendi.

Aynı akşam tekrar ertesi günkü yolculuğu ilan ettiler.

Barhanamızın ucu ilerlemeye başladı. Aşkale yolunda hiçbir olay ol­madı. Akşamüzeri Aşkale’nin batı tarafında konakladık ve ertesi günü, adı Paylak (Karin’den /Erzurum) olup, Aşkale Merkez Komutanının ya­nında askerlik yapan bir Ermeni asker (fakat Türkleşmişti) aramızda do­laşmaya geldi. Bu genç, bir kız görür ve “Bunu bana vereceksiniz”, der. Lâkin heyet sayesinde bunun da önü alındı. Heyetimiz, benzer olayların tekrarlanmaması için 200 altının toplanıp komutana verilmesi kararı aldı. Para toplandı ve verildi.

Bir barhana daha geldi Erzurum’dan ve Aşkale’nin doğusuna yerleş­ti. Üçüncü günü bir barhana ve iki… ve bu sefer, yeni gelen iki barhanayı da bizimle birleştirdiler. 5 gün orada kaldıktan sonra, tekrar yola çıkma emri verildi.

Küçük bir vadiye girdik ve tırmandık, orada bir subay ve askerler vardı, herkesin geçiş belgelerini talep ettiler ve ismi yazılı olmayanları (erkekleri) Aşkale’ye geri gönderiyorlardı.

Barhananın sonuna kadar böyle sürdü ve yaklaşık 70-80 genç ayrıldı. Askerî nezaret altında Aşkale’ye götürüldüler. Barhana sona erdiğinde artık güneş tamamen batmıştı. O vadinin 10 dakika uzağında konakladık. Ayırdıkları gençleri ise götürüp hapsetmişlerdi. İçlerinden demirci bir genç, Hovhannes adında, bir şekilde kaçıp geldi ve geceleyin hapisten 10 kişiyi alıp öldürmeye götürdüklerini anlattı.

Ertesi günü Pırnakapan’a doğru ilerledik. Yolda hiçbir zarar olmadı, sadece kağnı kırılması ve eşek ölmesi oldu, onlar da tekrar tamir edilip bize yetiştiler. Biz Kop Dağı’nın eteğinde konaklamıştık.

Bir gün Kop Dağı’nın altında istirahat ettik. Ertesi günü iki barha­na daha geldi. Bir gün sonra bizimle birleşip Kop Dağı’nı tırmanmaya başladılar. Kop’un zirvesine ulaştık, en önde biz vardık. Her taraftan, “Tehlike var, durun” diye seslendiler, biz de bir yerde toplanıp durduk. Komutanımız ise jandarmalara, dağlara çıkıp, zararlı kişiler gördüklerin­de hemen ateşe tutmalarını emretti. Biz orada korku içinde tehlikeyi bek­lerken, barhananın sonundakiler dehşet içindeymiş (olanları daha sonra duyduk).

Yukarıda belirtmiş olduğumuz gibi, jandarmaların çoğu ortadan ve arkadan yürüyordu. Bu sondaki jandarmalar iki kısma ayrılır, bir kısmı dağın daha yüksek yerlerine gidip gizlenir ve barhananın son kısmına mermi yağdırmaya başlar, kalan jandarmalar ise onlara ateş eder, fakat hep havaya ve 15 dakika boyunca böyle sürer. Halk, dehşet içinde, düş­manların korkup kaçması için, jandarmaların daha şiddetli ateş etmesi için yalvarır.

Çatışma durulur. Halkın tarafında olan jandarmalar, “Biz sizin için mermi sarf ettik, mermilerin parasını verin”, deyip bir yapunci (3) serer ve herkes oraya para bırakır. Hayli para biriktikten sonra toplarlar. Lâkin hiçbir zarar olmamıştı.

Bizim yanımızdaki jandarmalar da emir aldı ve aşağı indi. İlerlemeye başladık. Aynı akşam Kop Dağı eteklerinde konakladık. Aynı yerde geceledikten sonra, sabahleyin tekrar Maden’e doğru ilerlemeye başladık. Orada, Fırat Nehri’nin sağ kıyısında konakladık ve burada insan cesetleri gördük. Maden’den Bayburt’a ulaştık, burada 4 gün kaldık. Şehre gidip eksiklerimizi tamamlıyorduk. Oraya vardığımızın 3. gününde Erzurum Valisi geldi ve barhanayı gezdi, ekmek verilmesi için, barhanada bulunan fakir ailelerin isimlerini yazmalarını emretti ve gerçekten de kağnılarla 200 litre ekmek gönderdi. Sığırları otlatmaya götürüp bir daha geri dön­meyen, Erzurum’un Dzitoğ köyünden 5 kişiyi Bayburt yakınlarında kay­bettik. Komutana bildirdik. Çok aradıktan sonra ne kendilerini bulduk, ne de cesetlerini, fakat öldüler mi yoksa kaçtılar mı kesin bilemedik.

Khotorcurlu Katolik Ermeniler de buraya ulaştı, bizim barhananın yanında konakladılar, fakat onlarla ilişki kurmamızı engellediler.

Yine Erzincan’a doğru yürüyorduk. Üç gün [sonra] Sıpınkor Dağı’nın altında, Erzincan’ın güneyinde, bir saat uzaklıkta bulunuyorduk. Bulunduğumuz yer çok sıcaktı ve su kıtlığı çekiyorduk. Bir gün kaldıktan sonra hayvanları yine arabalara koştuk ve şehrin Ermeni mahallelerinden – evler tamamen boş ve kapıları açıktı, kimse yoktu – geçerek, zenginle­rin barhanasının 5 dakika ilerisinde konakladık. Zenginler 9 günden beri orada bekliyorlardı, orada artık her şeyi öğrendik.

Bir gün iki Kürt ihtiyar gelir zenginlerin su aldığı pınarın başına ve orada bulunan gençlere, “Sizi öldürmeye götürüyorlar, Erzincan ve çevre köylerinin, Trabzon, Gümüşhane, Bayburt, Erzurum’un köylüleri ile di­ğer Ermenilere yaptıkları gibi. Gelin, sizi bize götürelim, kurtulursunuz”, derler. Bizim gençler ise onlara hakaret edip, “Siz Ermenileri öldürdünüz, şimdi de gelmiş bizi kandırmak mı istiyorsunuz?”, diyerek, hemen jan­darmalara bildirir, onlar da Kürtlere iyice dayak atıp uzaklaştırırlar.

Erzincan’daki askerî atölyede kunduracılık yapan Yervand Kıloyan adında bir genç de gelip Kürtlerin söylediklerini tasdik eder, fakat bizim zenginler, onun sözlerine de inanmaz ve “Vali bizi güven içinde yerimize ulaştırma sözü verdi”, derler.

Zenginlere, 13 gün kaldıktan sonra 14. günü yola çıkacakları bildiril­di. Sabah erkenden zenginleri götürdüler ve onlarla birlikte, bize katılmış olan son iki barhana ile Khotorcurluları da. Khotorcurluların ve bizim son iki barhananın tehcirini tarif etmek mümkün değildir. Zenginler za­ten Erzincan’da hazırlıklarını yapmış oldukları için hemen yola çıktılar, Khotorcurlular da onlarla birlikte. Son iki barhana ise, onlar zaten fakir oldukları ve nakil vasıtaları hükümet veya milli kuruluşlar tarafından ve­rilmiş ve Erzincan’a kadar anlaşılmış olduğu için, yüklerini boşaltıp geri döndüler. Bunların içinde Sivas’tan 800 kağnı (Ermeni’ydiler) da vardı ve hükümet, kendi erzaklarını taşıtmak için onları hemen götürdü, ailele­rin eşyaları ise Erzincan yakınında dökülmüş olarak kaldı. Tüm jandar­malar aralarına girip sopalarla vurmaya, “İlerleyin”, diyerek hakaret et­meye başladı. Onlar ise, “Oğlum kaldı”, diye yalvarıyor, jandarmalar da, “Beni ilgilendirmez”, deyip sığırları sürmesi için adamın başına sopayla vurmaya başlıyordu. Zavallı adam, hayatını kurtarmak için oğlunu bıra­kıp jandarmaları takip eder. Buna benzer bir sürü yürek paralayan ve bar­barca sahneler vuku buldu. Bu barhanalar Erzincan’dan ayrıldıklarında, bir gözlemci, onların yerinde eşyalardan oluşan bir karmaşa, ovaya saçıl­mış sandıklar, yorganlar, döşekler, bakır kaplar, yastıklar görürdü. Aynı akşam kumandanımızdan, şehre gidip eksiklerimizi tamamlama emri al­dık. Yanımıza bir jandarma verilip gruptan ayrılarak şehre gidiyorduk. Yolumuz, son barhanaların geride bırakmış olduğu karmaşanın yanından geçiyordu. Eşyalarla kaplı bu yere vardığımızda, aniden kulağıma bir ses geldi: “Poğos ağabey, beni bırakıp gittiler. Yalvarırım beni yanınıza al.” Sesi duyup durdum ve dört yanıma bakmaya başladım. Hiç kimse gözükmüyordu. Tekrar seslenmeye başladı. Sese doğru gidince, yatağın içinde yatalak 12-15 yaşlarında bir çocuk gördüm. Onu daha önceden tanıyordum. Çocuğun adı Damanyan Vahan’dı ve komşumuzdu. Yaklaş­tım ,“Ne o Vahan, neden burada kaldın?”, dedim. Ağlayarak, “Jandar­malar, babamın beni alıp ata bindirmesi için vakit vermedi. Babam çok yalvardı, fakat babamın yalvarmalarını dinlemedi ve tüfeğin dipçiğiyle vurup babamın kafasını kırdı. Babam, ölümün yakın olduğunu görüp ağlayarak annem ve ablamla birlikte beni bırakıp gitti”, dedi. Gitmek istiyordum, “Vahan, ben şehre gidiyorum, döndüğümde seni aldırırım”, dedim ve şehre gittik, gerekenleri aldıktan sonra döndük. Tekrar aynı sesi duydum. “Hemen şimdi”, dedim ve barhanamıza gidip akrabalarından birine, Vahan’m kalmış olduğunu bildirdim.

Onlar gidip, belirtilen kağnıyla bizim barhanamıza getirdiler. Aynı akşam tellal, ertesi günü yola çıkacağımızı bildirdi. Götürebilecekleri­mizi götürdük, kalanları ise bıraktık. Ertesi sabah Kemah’a doğru yol almaya başladık. Kemah, Erzincan’ın 11 saat uzağında bulunmaktadır, biz ise ancak üç günde ulaşabildik. Yolculuğumuzun iki gününü zarar ve kayıp vermeden geçirdik, üçüncü günü ise Kemah Boğazı’m geçe­cektik. Bu yol Fırat Nehri’nden 10 metre yükseklikte, dağın yamacın- daydı ve yol, yan yana iki araba geçemeyecek kadar dardı. Bu geçitten geçerken, ben arkada kaldım. Tam bu dar geçidin üstünde bir jandarma bana yaklaştı ve kolumdan tutarak beni suya atmak istedi. Ben hemen kendisini tuttum, jandarma başçavuşu ise bunu görerek, beni bırakması için bağırdı. Jandarma itaat etti ve küfrederek uzaklaştı. Jandarma başça­vuşu yanıma geldi ve “Sana kaç kere geride kalma demedim mi”, dedi ve böylece konuşarak yürüdük. Biz uzaklaştıktan sonra jandarmalar, birkaç kağnıda bulunan kadınları indirip üzerlerindeki paraları alarak suya atar­lar. Luysbaronyan Mıkırtiç’in karısı da, 3 ve 10 yaşındaki çocuklarıyla suya atılanların içindeydi. 18 yaşındaki Karapet adlı çocuk ve arkadaşı, 19 yaşındaki Artavazd Berberyan, yaralı olarak yanımıza ulaştı. Heyet sayesinde komutana bildirdik, o da sorgu-sual ettikten sonra, Kürtlerin yapmış olduğunu söyledi ve bu iki yaralıyı, jandarma eşliğinde Erzin­can’daki hastaneye yolladı.

O günün kayıpları 70-80 kişiye ulaştı. Kemah’ın Fırat kıyısına gittik ve orada konakladık. O sırada zenginlerin barhanası hemen tamamen Ke­mah Köprüsü’nü geçmiş, birkaç kağnı kalmıştı. Onlara yetişip bilgi al­mak istedik, fakat boşuna, engellendik. İki gün orada kaldık, fakat kesin duyduk ki, zenginlerden 160 erkek ayrılıp Kemah kilisesinde hapsedil­mişti. Bu sözlere de ehemmiyet vermedik. Üçüncü günü bizi tekrar yola koydular. Kemah Köprüsü’nden önce atlılar, katırcılar, eşekler ve yayalar geçti, kağnıları ise zorlukla geçiriyorlardı. Jandarmalar bunun için kağnı başına 19 kuruş-1 Mecidiye (4) alıp yardım ediyorlardı. Yayalardan ve atlı her kişiden ise 1 kuruş. Tüm barhanamız ziyan görmeden köprüyü geçe­rek Eğin yolunu tuttu ve Çil Horoz Vadisi’ne ulaşıp konakladık. Türlü eziyetler ve susuzluktan sonra bir gece rahat uyuduk. Ertesi günü biz yola devam etmeye hazırdık, sorduk, gitmeyeceklerini söylediler. Her­kes ailesiyle birlikte oturmuştu. Tam ben ve arkadaşım vadinin yukarı tarafında gezinirken, erkeklerin barhanadan ayrılacakları söylentisi do­laşmaya başladı. İnanmadık ve barhanaya gittik. Ses yoktu. Biraz sonra, akrabalarımdan biriyle, dün küçük bir dereye devrilip dağda kalmış olan kağnılarını getirmek için gitmek istedim. Hayli yükseldik. Tanıdık bir jandarma rastladı bana, “Bize refakat edersen 2 altın veririm”, dedim. “10 altın dahi verseniz size refakat edemem, önemli işim var”, dedi. Tek­rar ümitsizce yukarı çıktık ve birkaç kağnının başında nöbetçi kalmış başka bir jandarmaya rastladık. 1,5 altına bize refakat etmesini söyledik, arkadaşı pekiyi dedi ve 25 kuruş peşin ödedik, kalanı ise dönünce öde­yecektik.

İki jandarma birbirleriyle konuştuktan sonra, bize refakat edecek olan, haydi gidelim, dedi ve aynı zamanda tüfeğin namlusuna mermiyi sürdü. Hayat tecrübesi olan akrabalarım, ne istediğini anladılar ve jan­darmaya, “Biz gelmeyeceğiz, sana zahmet verdik, 25 kuruş senin olsun”, dediler ve barhanaya geri döndük. Barhanamıza girmemizin üzerinden daha 1 saat geçmemişken, birkaç Ermeni genci, “Erkekler ayrılsın”, diye bağırmaya başladı ve hayli erkek ayrıldıktan sonra, çeteler girip 10 ila 100 yaşındakileri dışarı çıkarmaya başladılar. Lâkin unutmadan söyle­yeyim, heyet üyeleri ve tellal istisna teşkil ediyorlardı. Ayrılan erkekler barhananın 20 metre uzağında dizildiler.

Unuttum söylemeyi, ayırmadan önce tüm dağlar askerler, jandarma­lar ve çeteler tarafından kuşatıldı. Kadınlar ise, bizi kurşuna dizeceklerini sanıp bize doğru gelmek istedi, fakat jandarmalar engel oldu; onlar da bir hat üzerinde doluşmuş, sessizce olacakları bekliyorlardı.

Subaylardan biri orda durdu ve erkekleri iki kısma ayırmaya başla­dı. Yaşlı olanları çalışmaya, daha iyi iş yapmaya muktedir olmayanları barhanaya, gençleri ise, 14 ila 55-60, Kemah’a doğru. Herkes arkadaşla­rının yanına gidip bu işin sonunu bekliyordu. Tüm erkekler sona erince, yaşlıların barhanaya gitmeleri emredildi. Onlar barhanalara hücum etti. Kadınlar, sevdiklerini orada bulmak için gitti, bulamayınca tekrar yerle­rine geri döndüler. Bize de, çift-çift Kemah’a doğru gitmemiz emredildi. Biz, yüzümüzü Kemah’a doğru çevirdiğimizde, kadınlar arasında gürültü başladı ve bize doğru atıldılar. Süngülü askerler ve jandarmalar ise sün­güleriyle vurarak engel oluyorlardı.

Kadınların sesi göğe yükseldi. Barhananın içinde sesler duyuldu, kadınların ağlayıp sızlaması, hepsi birbirine girdi. Herkes ne olduğunu tahmin edebilir, ne tür bir görüntü olduğunu. Öyle ki, erkekler artık daha fazla dayanamadı bu görüntüye ve bir an önce uzaklaştırmaları için zor­ladık. Biz artık Kemah’a dönüyorduk. Çeteler ve jandarmalar bizimle geldi, yaklaşık 150 kişi, biz ise 900-1000. Biz karışık gidiyorduk, dört yanımızda ise jandarmalar, bizim atlara binmiş olarak ve böylece, yolda aramıza girerek bizi soymaya başladılar. Avetis Saroyan’m ve birkaçının altın saatleri ile paralarını burada aldılar. Kemah yakınlarında bir jan­darma bana yaklaştı ve başçavuşun bir altın istediğini söyledi. Paramın olmadığını söyledim, bırakıp gitti. Bizi seçen ve refakat eden subaya du­rumu bildirdiler, o da, hiç kimsenin para istemeye veya bir şey almaya hakkı olmadığı emrini verdi. “Siz muhafızsınız, yanlarından gideceksi­niz”, dedi ve hatta arkadaşlarımızın saatlerini ve paralarını alan jandar­maların adını yazdı, bizden alınanların geri verilmesi için. Bir saat sonra köprüden geçip hükümet yolundan, bir tek yolu olan Kemah’a ilerledik. Bir at ahırı olan ilk binaya vardığımızda, bizi orada durdurdular ve 300 kişi sayarak, oraya doldurup kapıyı kapattılar ve ahırın dört yanına sün­gülü askerler ve jandarmalar diktiler. Ahırın üç küçük penceresi, hapsedilenlere temiz hava sağlamak için yetersizdi. İçeride ise herkes üst üste sıkışmış ve ayaktaydık. Ahır çok küçüktü, üstelik yer tamamen at pisliğiyle doluydu. Yerimizde hareket etmek imkânsızdı, bir saat sonra tüm mahpuslar ter içinde yüzüyordu.

Nöbetçi jandarmaya, içeriye temiz hava girmesi için kapıyı biraz aç­masını rica ettik ve hiçbirimizin yerimizden kıpırdamayacağımıza söz verdik, küçük bir meblağ da önerdik. Jandarma kabul etti ve parayı alıp kapıyı açtı, fakat temiz havaya hasret arkadaşlarımız kapıya doğru gitme­ye başladı. Jandarma artık dizginleyemeyeceğini görüp süngü darbeleriy­le vurarak, mahpusları geri itmeye başladı ve kapıyı kapattı.

Gece bastırdı. Hapishanede zorluk çekmeye başladık, ter su gibi her­kesin alnından akıyor, hatta birçoğu, sıkmak için ceketlerini çıkartıyordu. Hepimiz de su istiyorduk, jandarmalar gazyağı tenekeleriyle Fırat’ın suyundan doldurup getiriyor ve ahırın kapısının altındaki küçük tahta­nın kırık deliğinden suyu içeriye veriyor ve karşılığında (bir bardak için) 8-16 kopek (1-2 kuruş) alıyorlardı. O da, kapının yanında bulunanlar fay­dalanıyordu, arka taraftakiler hiç su içemedi. Uyumak zaten imkânsızdı ve şafağı bekliyorduk. Daha şafak sökmeden tüm mahpuslar, kilise ayini (“Aravot luso”yu söyleyerek) sesleriyle ortalığı çınlatıyorlardı. Hava ışı­dı. Jandarmalar öldürüleceğimizi artık biliyorlardı. Bu fırsattan faydalan­mak istiyorlardı. Nöbetçi bize dönüp, “Ulan kim istiyor dışarı çıkmak, versin iki kuruş ve çıksın dışarı”, dedi. Herkesin de dışarı çıkmak istediği belliydi. İlk seferinde 8 kişi dışarı çıktı ve döndüklerinde sorduk, dışarı çıkarıp soyuyorlar dediler. Fakat zarar görenin sözlerine aldırış etmeden, ikinci seferde ben de 2 kuruş vererek çıktım. 5 arkadaşla birlikte dışarı çıktığımızda, süngülü bir asker bizi Fırat’ın kenarına indirdi, bir kahvenin arkasında tüm ihtiyaçlarımızı gördükten sonra geri dönmek istediği­mizde, askerler engel oldu ve üstümüzü aramaya başladılar. Arkadaşlarımın üzerinde epey para buldular. Sıra bana geldiğinde, iki kişiyle aramaya başladılar ve benden 138 kuruş aldılar, fakat sırtıma bağlı olan 14 altını görmediler ve bizi tekrar götürüp hapsettiler. Hapis­hanenin kapısına vardığımda jandarmalardan biri bana dönüp, “Ulan o ayakkabılarını çıkart”, dedi. “Yalınayak kalırım”, dedim. “Benimkileri giyin”, dedi. “Sizinkiler eski”, dedim. “Bunları artık eskitmezsin”, dedi. bu sözü duyunca, direnmeden ayakkabılarımı çıkartıp eskileri giyerek hapse gittim. Bir saat sonra, bizi seçen komutan gelip hepimizin dışarı çıkmasını emretti. Dışarı çıktık, bize su getirtti, içtik. Yeteri kadar temiz hava aldıktan sonra, tekrar bir başka jandarma, ahırın kapısının önünde oturmuş, tek tek adlarımızı yazdı, nereli, hangi mahalleden, kaç yaşında. Bizi tekrar hapishaneye götürdüler. Zenginlerin ve kiliseye hapsedilen arkadaşlarımızın [durumu] daha kötüydü. Zenginler, 150 kişi, kendile­rini serbest bırakıp barhanaya göndermeleri karşılığında 2.000 altın vaat ederler. Türkler kabul eder ve 2.000 altınlık çekleri imzalatırlar, ardından alıp geceleyin teker teker çıkartarak götürüp soyarlar. Tütün tabakalarını dahi almışlar. Yeni elbise giymiş olanın elbisesini ve ayakkabılarını da almışlardı. Örneğin Ter Azaryan Vardan, Lamiyan Hımayak, Aram Çilingiryan ve onlar gibi birçok kişinin üzerinde sadece iç çamaşırları kalmış­tır. Biz hapishanemize gittikten sonra, bizi seçen subay, hapishanemizden iki kişi çağırıp, “Sizi yol yapımına gönderecekler. Giderken jandarmalar sizi soyabilir. Bunun için yanınızda veya arkadaşlarınızın yanında olan para, saat vs. ne varsa toplayın ve herkesin adını yazın ve bana getirin, belirlenen yere vardığımızda tekrar geri veririm” dedi.

Arkadaşlarım gelip subayın düşüncesini bize bildirdi ve 14 altın, 14 saat ve yüzüğü toplayıp götürerek subaya teslim ettiler. Bir saat geçti ve biz, tüm arkadaşlarla hapishanede oturmuş düşünüyor ve başımıza neler geleceğini kestirmeye çalışıyorduk. Arkadaşlarımızdan biri pencereden bakıyordu. Bize dönerek, “Arkadaşlar, mezarlarımızı kazmak için kürek­le kazma götürdüler bile”, dedi. Herkes bu konuda görüşünü söyledi ve belli bir sonuca varamadık. Yarım saat geçti ve kilisede bağlı zenginleri getirip hapishanemizin altından geçirdiler. Arkadaşımız bize dönüp, “Ço­cuklar, zenginleri bağlamış öldürmeye götürüyorlar bile”, dedi. Kapının arkasında olan ve kapının altındaki kırık kısımdan bakan arkadaşımız ise, bize dönüp, şaşkın ve kekeleyerek, “Bir sürü ip getirdiler, bizi de bağla­yacaklar”, dedi. Bunu duyunca, kapının arkasında bulunanlar geri geri gitmeye başladı, fakat mümkün değildi.

Jandarma, anahtarı kapının kilidine taktı, kapıyı açtı ve iki çete içeri girip, iki arkadaşımızın ellerinden tutarak dışarıya çıkarıp kapıyı kapattı. Bu iki arkadaşı bağladıktan sonra tekrar geldiler ve böyle devam etti. Fakat unutmadan söyleyeyim, bizim ve zenginlerin bağlanma şekilleri çok farklıydı. Onları iki kollarından ve yan yana öyle bağlamışlardı ki, çekmeyi bile önlemekteydi. Bize gelince, sadece bir kolumuz çift çift arka arkaya, bir bağ 15-30 kişiden oluşuyordu. Bizi bağlamaya devam ediyorlardı. Arkadaşlarımızdan bazıları iki kardeşti, biri bizim yanımızdaydı, diğeri ise kilisede; bizim yanımızdaki veda etmek için pencereye çıkıp, geçen bağlar arasında kardeşini arıyordu. Mesela Vahan Cancikyan, kardeşi Petros Cancikyan’a veda etti.

Böyle daha çokları (18 Temmuz). Hapishane boşalmıştı bile. 20 genç Taşnak kaldı geriye, onlar da birlikte bağlanıp ölmek istedi. İçlerinde Vağarşak Zurikyan, Kosto, Şah-Armen, Cancikyan Vahan, Petros Pağtikyan ve daha başka arkadaşlar vardı. Biz de dışarı çıkıp bağlanmaya başladık. 10 dakika sonra hapishane boşalmıştı zaten.

Bizi de bağladıktan sonra, “İleri”, dediler. Her bağa bir piyade ve bir süvari asker refakat ediyordu. Biz de bağlı kervana katılıp, 2 gün önce ebeveynlerimizle geçmiş olduğumuz köprüye vardık. Üçüncü kere aynı köprüyü geçip güneye döndük ve güneydoğuya doğru yola koyulduk. Sürekli Fırat’ın kenarından [gidiyorduk], küçük dereler çıkıyordu, suya girip, şapkalarımızla su içip geçiyorduk. Bağı çok sıkı bağlanmış olanlar hızlı yürüyemiyor, jandarmalar küfrederek kafalarına vurup, “İleri, gâ­vurlar’.’’, diyorlardı. Bizim katlimizin komutanı olan Epilhintli Cefer’in durduğu küçük yazlığa varmıştık bile. Atını ağaca bağlamış, sigara sarı­yordu. Yaşlı bir Türk de vardı orada ve arkadaşlarımızın bıraktığı ayak­kabıları toplayıp ağacın altında üst üste diziyordu. Aynı yerden geçtik ve bir tepeyi tırmanmaya başladık. 10 dakika ilerledikten sonra, arkadaş­larımızı Fırat Nehri’ne kadar uzanan bir vadiye indirdiler. Bu vadinin doğu kısmından başka bir dere karışıyordu. Burada oturduk. Aynı yerde biraz bekledikten sonra, bizi öldürecek olanların komutanı Cefer, atıyla geldi ve biraz inceledikten sonra, bağlı kollarımızı havaya kaldırmamızı emretti. İtaat ettik. Gazar adında 30 yaşında bir gencin ipini kesmiş ol­duğunu görünce, onu yanma çağırdıktan sonra bize döndü ve “Padişahın emirlerine itaat etmeyenin cezası budur”, diyerek, jandarmaları çağırdı ve süngülerle öldürmelerini emretti.

Jandarmalar hemen emri yerine getirdiler ve bir dakika geçmeden genci nehre yuvarladılar. Bundan sonra Cefer bize dönüp, “Ben, hüküme­tin bir memuruyum, yolda sizi denetleyeceğim. Emirlerimize uymayanın durumu budur”, [diye açıkladı]. Bazı arkadaşlarımız, Cefer’in kandıran diline inanıp arkadaşlarının ipi biraz gevşetmesi ve biraz rahat etmesine izin vermiyorlardı. Cefer bunu söyleyerek, jandarmalara ve çetelere, ar­kamıza geçip tüfekleri doldurmalarını emretti. Jandarmalar kabul edip, tek sıra halinde dizilerek caninin emrini bekliyorlardı. Fakat Cefer, çok yüksek olduğundan, mermilerin boşa gidebileceğini hesapladı, jandar­mayı çağırdı ve birkaç dakika gözden kaybolduktan sonra tekrar dönüp, vadinin üst kısmındaki bağlıların yukarı çıkmasını emretti ve jandarma­lar eşliğinde başka bir vadiye götürüp öldürmeye başladılar. Onlar zengin sınıfa aitti ve içlerinde Vardan Ter-Azaryan da vardı. Vardan, bize dönüp, “Çocuklar, artık bizi öldürmeye götürüyorlar, kalın sağlıcakla ve hayatta kalanımız, bizi soranlara çok selam götürsün”, dedi. Bu sözleri söyledik­ten sonra, bağlı arkadaşlarıyla birlikte gözden kayboldu. Ve böylece bağ bağ öldürmeye götürüyorlardı. Saat akşamın üçü olmuştu ki, silah sesleri duyuldu, yaylım ateşi halinde ses geliyordu. Arkadaşlarımızı öldürdük­lerini anladık.

Onlar orada son nefeslerini verirken, bizimle kalan çeteler bizden para toplamaya başladılar. Yanımıza geldiklerinde, ellerindeki mendil pa­rayla dolmuştu. Köylü arkadaşlarımızdan birinin başındaki sargıyı alıp, yeni aldıkları paraları oraya doldurmaya başladılar. Yanımıza gelince dal­kavukluk yapmaya başladılar: “Biz ne yapabiliriz, hükümetin emri. Biz çalışan insanlarız, elimizden bir şey gelmez ve topladığımız bu parayı orda kalmış olan ailelerinize dağıtacağız.”

Tepenin diğer tarafında ise, aynı faaliyet devam ediyordu. Her silah sesinde biri daha öldü diyorduk. Akşamdı karanlık basarken vadide ancak on kadar bağ kalmıştı. Cefer, karanlık olduğundan, tek tek öldürerek daha gecikeceğini görerek, kalan bağlara topluca çıkmalarını emretti. Emri he­men yerine getirdiler ve biz de, yüzlerce bedenin, yarı ölü vaziyette kendi kanlarının içinde yüzdüğü mezarlığa doğru çıkmaya başladık. Gider git­mez oturmamız emredildi. Yanımda küçük bir ğamalti (5) kalmıştı, onunla ipi kestim ve vadide başımı toprağa dayadım. Sağ yanımda ölümü bekli­yordum. Komutan, jandarmaları solumuzdaki yükseltiye dizdi (yüksekli­ği ancak 3 metreydi) ve ateş emri verdi. Mermiler bize doğru geliyordu. Yaklaşık 300-400 mermi attılar, fakat çok az adam vurabildiler. Sağ ka­lanlar, mermilerin böyle uzaktan atıldığında çok eziyet çekerek ölecek­leri bir yerlerine gelebileceğini görerek, hep bir ağızdan, “İleri gelin ve başımızdan vurun ki, tez ölek”, diye bağırdılar. Tam o anda Erzurumlu H. Melkon’un oğlu Karapet bağırmaya başladı: “Çetebaşı, dinini sikeyim, emir ver ki vursunlar. İmanını, Mehmedini, avratmı…” Ve daha başka küfürler edip ekledi: “Vurun, size de kalmayacak!” Cefer cevap verdi: “Bize kalmaz, size de kalmasın. Evler yanarsa sıçanlar da kalmaz!” “Vu­run, Taşnaksiyon size de bırakmaz!”, diyen Taşnak grubu da aynı cevabı aldı.

Cefer, süngüleri tüfeklere takıp, öyle öldürmelerini emretti. Çeteler­den biri ise, “O gâvuru getirin, derisini soyak”, dedi. Lâkin askerlerden biri yaklaşıp süngü darbesiyle öldürdükten sonra arkadaşlarına dönüp, “Ulan, vallah elli kirme vurdum ki sonra öldü”, dedi. Cefer, süngülerle girişmelerini emretti. 20 jandarma vadinin üst tarafından vurarak aşağıya gelmeye başladı, sonuna kadar. O zamana kadar yaralanmamıştım. Ya­nımdaki Yervand adlı arkadaşım ise ikinci kere darbeler aldı ve hıçkırarak aşağı-yukarı zıplamaya başladı. Fakat önden ve arkadan iple arkadaşla­rına bağlı olduğundan, iyice yükselemedi, üzerime düştü ve göğsümden aşağı beni örttü, kanı da olduğu gibi üzerime aktı ve tüm elbiselerimi kır­mızıya boyadı; beni böylece süngü darbelerinden koruyarak öldü. Hayatta kalan olmaması için üçüncü defa tamamen vurmaya başladılar, Cefer ise yukarda durmuş, teşvik ediyordu: “Vurun, ellerinize kuvvet, vurun, sizin mükâfatınızı Kemah’ta vereceğim, öyle edin ki, hiçbirisi sağ kalmasın, eğer birisi sağ kaldı, işimiz boktur.” Bana yaklaştıklarında, jandarmalardan biri süngüsünü bana doğru uzattı ve sol koluma birkaç darbe [indirdi], darbelerden biri etimi delip geçti ve süngüyü dışarı çektiğinde sıcak kan bedenimin üzerine akmaya başladı. Hiç hareket etmedim. Jandarmalardan biri, “Gebermiş”, dedi ve hep vurarak yukarıya doğru gitmeye başladılar. Birkaç genç de benim gibi sağdı. Ardından, üçüncü kontrol bittiğin­de, jandarmalar yanımızdan geçip yukarı çıktılar, Cefer’in yanında top­lanarak, bol mükâfat almak için kahramanlıklarını anlatmaya başladılar. Jandarmalardan biri ise, cesetlere dönerek, “Gâvurlar kalkın! Soğuk su getirdim, kim içer?”, dedi, sağ olanlar ses çıkarsın da öldürsünler diye. Ses çıkmadığını görünce ekledi: ‘‘‘’Gâvurlar, nasıl, Kemah suyu iyi değil? Erzurum suyu isterler, bilmem beylik isterler.” Cefer muhafızlarımıza birkaç emir verdi ve Kemah’a (arkadaşlarımız bu şehre Kambakh (6) adını vermişlerdi) gittiler. Cefer gideli daha 20 dakika olmamıştı ki, yukarıdan biri bağırmaya başladı: “Bu altın yüzüğümü alın ve bir mermi sıkarak beni öldürün, yaralarım çok ve bana acı veriyorlar.” Jandarma, adamın parmağından yüzüğü alıp arkadaşlarına dönerek, “Bu gâvurlardan yaşa­yan var hâlâ, kazma kürekleri alın”, dedi. Cesetlerin kafalarını parçala­maya başladılar. Tam başımı kaldırdığımda, birinin cesetlerin üzerinden atlayarak kaçtığını gördüm; tanıdım onu, Pasinler’in İşkhu köyünden To­ros Vavoyan’dı. Arkadaşıma seslendim, fakat sanırım sesimi duymadı, yoluna devam etti. Ben de yerimden kalkıp onu takip ettim ve birlikte Fırat Nehri’ne doğru kaçmaya başladık. Yolda iki Erzurumlu arkadaşı­ma rastladık ve durmadan yolumuza devam ettik. Cesetlerin bulunduğu taraftan da havayı inleten silah sesleri geliyordu. Bizim arkamızdan ateş ediyorlar sanıyorduk, fakat değilmiş. Cefer’in gidişinden bizim kaçışımı­za kadar sürekli ateş ediyorlardı, ya hayatta kalan olması halinde kaçma­maları ve korkutmak için ya da korkuyorlardı.

Biz dört arkadaş ise vadiden yukarıya, Fırat’a doğru koşuyorduk ve aşağıya inmek için, yüksek bir kayadan atlamamız gereken bir yere geldik. Aşağıda çok kum vardı. Tehlikeli olduğuna bakmadan, arka ar­kaya atladık. Bu kayanın altında, bizden önce kaçmış olan iki arkadaş oturmuş dinleniyorlardı. Ayak seslerimizi duyunca, “Bizi öldürmek için arkamızdan geldiler”, diye titremişler. Fakat bizi görünce sevindiler ve bizim de orada soluklanmamızı önerdiler. Kan köyünden Yervand Glo- yan ve Dzitavoğ köyünden Harutyun Mınatsakanyan. Fakat ben hâlâ tehlikede bulunduğumuzu ve biraz daha gidip ondan sonra soluklanma­mızı önerdim. Arkadaşlarım kabul etti ve altı yaralı arkadaş ilerlemeye başladık, sürekli alçak sesle konuşup birbirimize cesaret vererek. Yarım saat sonra Fırat’ın kıyısındaydık. Yaraları ağır olan arkadaşlar orada su içmek istedi, fakat zararlı olduğunu söyledim. Fırat’ın sol kıyısından doğuya doğru yolumuza devam edip, hayatımızı kurtarmak için nereye gidebileceğimizi konuşuyorduk. Birçok fikir beyan ettikten sonra Toros, “Dersim’e, Kürtlere gidelim, orada hür yaşayabiliriz”, dedi. Hepimiz de kabul ettik.

Biraz daha gittikten sonra bir suyun başına geldik ve orada biraz is­tirahat ettik. Arkadaşlarımın yaraları çoktu. Yaralar soğuyunca ağrıma­ya başladı. Orada, köylü arkadaşlardan birinin başındaki sarığı çıkartıp yaraları sardım ve ardından, “Çocuklar, bilin ki, hâlâ tehlikedeyiz, bu yüzden kalkın, yolumuza devam edelim ve bugün Kambakh Boğazı’ndaki köprüyü geçelim ve serbest olacağımız Dersim Dağı’na tırmanalım” dedim.

Tahminen gece yarısını geçmişti ve biz altı yaralı yolumuza devam ediyorduk. Yarım saat kadar ancak gitmiştik ki, arkadaşımız Toros Fı­rat’ın kumları üzerine yattı. Kendisine yaklaştım. “Toros, kalk gidelim, bakarsın Türkler rastlar ve bizi öldürürler”, dedim. “Ben gelemem, Türkler gelirse kendimi suya atarım”, dedi. Hiçbir şekilde yardımcı olamaya­cağımı hesaplayıp, Toros’u ve iki arkadaşını orada bırakarak Yervand ve Harutyun’u takip ettim. Biraz ilerledikten sonra yolumuz taşlık ve sivri kayaların arasından geçiyordu, biz yalınayak ve başımız açık, geceler ise soğuktu ve üstelik de yaralıydık. Tüm bu zorluklara karşın, üçümüz de belirtilen köprüden geçip hür bir hayat bulabileceğimiz dağlara varmak için acele ediyorduk. Biraz daha ilerledikten sonra, Fırat’ın kıyısında bir buğday tarlasında bulunuyorduk. Bu tarlanın sahibinin evi muhakkak ya­kınlardadır ve bizi görüp üzerimize saldırır diyerek, Fırat’a bir adım daha yaklaşarak oradan geçip ilerledik. Bu durumda suya atlayacaktık. Daha 10 adım gitmemiştik ki, yanan ateşin ışığının görüldüğü bir köy gördük. Köpekler havlamaya başladı, biri de, durmuş, köpekleri teşvik ediyordu. Tehlikenin yaklaştığını gördüm. “Suya girip, suyun içinden gidelim ki, kendimizi koruyabilelim”, dedim arkadaşlarıma. Köpeğin ve sahibinin seslerine aldırış etmeden sürekli gidiyorduk. Bir kışla olduğunu görmüş, fakat gece karanlık olduğundan, nerede olduğunu, hangi yönden geçme­miz gerektiğini kestiremiyordum. Sudan çıktık ve ağaçlıklı bir bahçeye girdik, bahçeden çıkarken kışlayı gördük ve ağaçların arasından çıkma­dan, canlı var mı diye dikkatle bakmaya başladık. Hiçbir ses duymadık. Ağaçların arasından çıkıp, tam kışlanın kapısının önünden hızla geçtik. Biraz ilerledikten sonra dağa tırmandık. Yervand bizim gerimizde kaldı. Ben ve Harutyun ise, bir saat kadar gittikten sonra, Fırat’a doğru inen bir vadiye girdik.

Burada gecelemeye karar verdik. Ay, her yana ışık saçıyor ve biz net bir şekilde görebiliyorduk. Herhangi bir tarafa doğru hiçbir yol yoktu karşımızda, Fırat’ın diğer kıyısında ise bir posta mola yeri vardı, orada askerler olacağını kesin biliyordum. İkimiz de bir kayanın altına gizlene­rek uyuduk.

Sabahleyin güneş hayli yükselmişken uyandık. Öğlene doğru güne­şin sıcağından çok rahatsız olduk, susuzluktan ve sigarasızlıktan. Açlık ise hiç hissetmiyorduk, halbuki iki gündür açtık. Arkadaşım, “Ben artık susuzluğa dayanamıyorum, Fırat’tan su içmeye iniyorum”, dedi bana. Aşağıya inerek, ikimizin de ölümüne sebebiyet verebileceği konusun­da çok ikna etmeye çalıştım. Arkadaşım beni dinlemedi. Bunun üzerine, “Bir adım dahi atmaya cesaret edersen, bir tekmeyle seni kayalardan aşa­ğı atarım”, dedim. Ciddi olduğumu görüp niyetinden vazgeçti. Aynı anda bir serçe başımızın üstünden hızla geçti. İkimiz de korktuk ve birinin yanımıza gelmesini bekliyorduk, fakat kimse yoktu. Görünmeyecek bir şekilde bir taşın üzerine çıktım ve dört yanı inceledim. Ne yol vardı, ne de insan. Dönüp arkadaşımı rahatlattım.

Arkadaşım yarasının çok acıdığını söyledi. Mermi sol omzunda koca bir yara açmıştı. Yarayı açtım ve gömleğimi yırtıp, yaraların üzerindeki pıhtılaşmış kanı sildim, küçük kemik parçalarını çıkardım ve yıkamadan tekrar bağladım. Ardından biraz uyuduk.

Akşamüzeriydi, güneşin son ışınları dağların üzerine yayılmıştı.

Türklerin ramazanıydı. Askerler yemek yemek için içeri girdi. Taşlar, dikenler ve dallar arasından yolumuza devam ettik yine. Yalınayaktım, ayaklarım taşlara değiyor, diken batıyor ve çakıllar yürümemi engelli­yordu. Lâkin tüm bu engellere rağmen, yoluma yine de devam ettim. Ni­hayet Kambakh Köprüsü’nün karşısına vardık. Fırat’ın kıyısında, meyve ağaçlarının arasında… Fakat maalesef, çok bakmamıza rağmen, hiç mey­ve bulamadık. Bu ağaçların arasından, Fırat’ın diğer kıyısında bir sigara ateşi gördük, ne büyüyor, ne sönüyordu. Biraz tereddüt ettik, bizi gördük­lerinde öldürecek olan jandarmalar olduğunu sandık. Ağaçlar arasında biraz saklandıktan sonra, gizlendiğimiz yerden çıkıp yolumuza devam etme cüretini gösterdik. Daha yüz adım atmamıştık ki, yerde, ışık saçan bir solucan gördük ve gördüğümüz ışık buymuş dedik. Gece yarısıydı, köprünün sağ tarafındaydık. Köprüyü dikkatlice geçip, adı Dersim Dağı olan dağı çıkmaya başladık. Lâkin köprünün altında güzel, soğuk suyu olan bir pınar vardı. Su içmek isterdim, fakat gözüme gözüken karaltılar yüzünden geçtik; sonradan, bu karaltıların arkadaşlarımız olduğunu öğ­rendik.

Dolambaçlı yollardan, ormanların içinden dağa tırmanıyorduk. Da­ğın dörtte birini henüz tırmanmıştık ki, aniden ayak sesleri duydum. Şa­şırdık, fakat sesler vadiye doğru ilerleyip ağaçların arasında kayboldu. Ermeni arkadaşlardı. Biz ise, yukarı çıktık ve yolun dışında bir ağacın altında yatarak tatlı bir uyku çektik. Uyanıp yolumuza devam ettiğimizde güneş hayli yükselmişti. Kendimizi oldukça hür hissediyorduk. Dağın henüz yarısına çıkmıştık ve arkadaşımla fikir alışverişinde bulunuyor­duk. Ben daha rahat bir şekilde Kürtlerin arasında olmamız için dağı aş­mak istiyordum. Arkadaşım ise, bir köy görmüştü ve o köye gitmek için inat ediyordu. Hayli karşı koyduktan sonra, ben de o köye gitmeyi kabul ettim. Köye doğru yürüyorduk. Köye yakın yola vardık, adı Khelil olan biri oradan elinde orakla bize doğru geldi, köyün adı ise Hovit’ti. Bizi boğazlamaya geliyor dedim arkadaşıma. Adam bize yaklaştı ve ormana kadar kendisini takip etmemizi emretti. Gittik ve orada ağaçların altına oturduk, sonra üzerimize baktı, hiçbir şey bulamadı, arkadaşım ise çok dolmuştu ve ağlamaya başladı. Onun sesinden ben de Kürt de ağladık. İçlenen Khelil bize cesaret verdi ve artık hür olduğumuzu söyledi. Başı­mızdan geçenleri anlattık. Ekmek istedik. Hemen tarlaya gitti ve saçta pi­şirilmiş bir parça arpa ekmeği getirdi. Yedikten sonra bize, “Köye gidin, kapısı açık olan evden ekmek isteyin. Karınızı doyurduktan sonra (yolu göstererek) bu yoldan gider ve çadırlarımıza varırsınız”, dedi. Adamın dediklerini yaptık ve o eve gittik. Bizi ekmek, pilav ve ayranla ağırladılar. Yedikten sonra da kalanları bir ekmeğe sarıp bize verdiler. Başka bir Kürt ise tütün ve kibrit getirdi. Yaylanın yolunu gösterdiler. Aynı yoldan geçip Dersim’e çıktık ve orada hür dolaşıyorduk, hür!

Poğos V. Vardanyan

2 Ekim 1916, Karin

EMA, fon 227, liste 1, dosya 427,yapraklar 1-24, orijinal, el yazısı