ERZİNCAN SANCAĞI

GAREGİN TURİKYAN’IN, ERZURUM VİLAYETİNİN ERZİNCAN SANCA­ĞINDAKİ ERMENİ KÖYLERİNİN KATLİAMLARIYLA İLGİLİ NOTLARI

20 Haziran 1917, Yeriza

Yeriza (Erzincan) veya Yerzinka, eski adıyla Yekeğyats bölgesi, he­men hemen dört tarafı yüksek dağlarla çevrili geniş bir ovadır.

Yeprat Nehri, Yeriza Ovası’nın göğsünü tırmalayarak, bu ovanın sağ ve sol kıyılarını yalayarak doğudan batıya geçer.

Yeriza’nın iklimi yazın sıcak ve kışın soğuktur. Ovanın yazın sıcak olmasına karşılık, çevresindeki dağların yüksek tepelerinden bazılarının üzerinde ebediyen beyaz kar kütleleri hüküm sürer.

Toprak yumuşak ve bereketlidir; her türlü tahıl, hububat, sebze ve meyve yetişir.

Sulama ve içme suları bol olmakla birlikte, bundan önceki hükümetin ilgisizliği ve suyollarının eskiliğinden dolayı kaliteli değildir. Asıl şehir ovanın merkezindedir; etrafında, ovada ve dağların eteklerinde ise, bağ­lar, bahçeler ve meyve ağaçlarıyla donanmış çok sayıda köy yer almak­tadır ve uzaktan bakıldığında etrafı çevrilmiş geniş bir bahçe izlenimi yaratmaktadır.

Yeriza’nm tarihi de zaman zaman parlak olmuştur. Ermeni Arşakuni Hanedanlığı krallarından Büyük Tırdat, Bizans imparatorundan taç alıp Ermenistan’a geri döndüğünde, yerleşim için, kendisine Yekeğyats böl­gesini seçmiştir. Eski ve yeni yüzyıllarda, İran-Türk ve Tatar-Türk akıncı kabileler arasında savaşlara sahne olmuştur.

Verimli ovası ve elverişli konumundan dolayı, uzun süre, Yeriza’nın, cesur Çarlık askerleri tarafından ele geçirilmesine kadar, nankör Osmanlı devletinin dördüncü ordusunu bağrında beslemiştir.

Bitki örtüsü zengin. Balcılık ve sığır yetiştiriciliği yer yer gelişmiştir.

Yeriza bölgesinin, kuzey istikametinde, şehrin 2-3 saat uzağında taşkömürü madeni bulunmasına rağmen, üretim için günümüze kadar hiçbir adım atılmamıştır. Bir saat uzaklıkta ise maden suyu kaynağı vardır, ama boşu boşuna akıp gitmektedir.

Şehri çevreleyen dağlardan önemlileri, Dersim dağ silsilesinin bir halkası olan ve bağrından fışkıran soğuk, berrak ve buz gibi suyuyla (Müzür Suyu) Mındzur Deresi ve Mircan Boğazı olarak adlandırılan va­disiyle güneyde Mircan’dır (tarihi Mındzur), kuzeyde Sıpınkor, Surb Gri- gor demektir ve Aziz Grigor’un çilelerini bu dağın koynunda çektiği sa­nılmaktadır, batı tarafında ise, askerî konumuyla meşhur Çardaklı vardır.

Yeriza’nm sınırları, doğuda Dercan ve Khuzilcan, güneyde Kıği, Bu- lurmur (Pülümür) ve Dersim dağ silsilesiyle ayrılan Ovacık ovası, batıda Kemakh (eski, Ermenice adıyla Daranaği Kamağk = Kamakh), kuzeyde ise Kelkut ve Baberd’dir. Kapladığı alan kuzeyden güneye ve doğudan batıya yaklaşık 400 dört yüz verst [kare] dir.

Eski eserlerden anılmaya İayık olanı, şehrin, Kral Artaşes tarafından inşa edilen kalesidir. Bu kale Türkler tarafından tahrip edilmiş olmasına rağmen, izleri günümüze kadar kalmıştır.

Dolayısıyla Yeriza, konumu açısından zengin olmakla birlikte, yüz­lerce yıl egemenliğini sürdüren Osman’ın soyu (1), hareme bağlı, bednam ve ziyankâr yaşamına sarılıp, zanaat ve ticaret bolluğuyla daha da zengin­leştirmeyi düşünmemiş ve günümüze kadar, hem şehirde, hem de şehir dışında taş döşeli olmayan sokaklar var olup, insanlar, duvarların altından sürünerek geçmeye veya suların taştığı zamanlar birbirlerini kucaklaya­rak bir taraftan diğerine geçirmeye mecburdur. Aynı şeyi, içme suyunun kötülüğü konusunda da söylemek mümkündür. Bir önceki hükümetin bi­raz çaba ve para ortaya koyması durumunda, şehir dışında bulunan kali­teli suları şehre getirip halkına soğuk ve kaliteli su içirebileceği, sağlıklı ve güçlü evlatlar yetiştirebileceği, tecrübeyle sabittir.

Bunun haricinde, şehrin ekonomisini arttırmak ve zenginleştirmek amacıyla, boşa akan suları kullanmak mümkündü. Örneğin, kuzeydoğu cihetinde bulunan Khandek (2) suyunu, biraz para yatırarak çok sayıdaki susuz topraklara yönlendirmek ve tüm şehre yetecek kadar yakacak odun elde etmek mümkündü. Halbuki Yerzınka büyük ormanlara sahip olama­dığından, odun, 7-8 saat uzaklıktaki yerlerden, yük hayvanları ve kağnı­larla taşınmaktadır. Halbuki bu suyla yapılacak sulamadan elde edilecek olan sebze, özellikle de şeker hülasası veren pancar üretimi sayesinde, 4-5 yılda tüm maddi yatırımı karşılamak, ardından da sınırsız zenginlik elde etme imkânı vardır.

Şehrin zenginliğinin bir sebebi de, gizli kalmış madenlerin işlenmesi olabilirdi. Anayasa [II. Meşrutiyet kastediliyor, e.n.] sonrasında, şahıslar faaliyet gösterme hakkına kavuştuğunda, Yeriza’mn maddi imkâna sahip Ermenileri, madenleri işletmek için, hükümetten izin alıp bakır, gümüş ve taşkömürü varlığı tespit ederler, fakat kendi maddi güçlerini yeterli bulmayıp Avrupalı yatırımcılarla birleşerek faaliyete başlamak isterler, fakat seferberlik gelir ve işi de, işi yapanı da ortadan kaldırır.

Manastırlar

Yeriza’nın manastırları şunlardır:

1. Sepuh veya Surb Grigor Lusavoriç (aydınlatıcı) Manastırı, tahkim edilmiş, meyvelerden gelir sağlıyordu, 5.000 Osmanlı altını değerinde malı vardı. Şehrin batı tarafında bulunan manastır şimdi yağmalanmış ve kül edilmiş bir haldedir.

2. Avag Manastırı, aynı şekilde tahkim edilmiş ve çok sayıda odaları olan mükemmel yapısıyla ünlü. Tüm zenginlikleri arasında, büyük bir at nalı boyutunda, Dağtap adında yuvarlak bir taş da vardı. Rivayete göre, bu taşı Surb Grigor Lusavoriç boynuna asıyordu (3), testereyle ortadan ke­silmiş olup, bir yarısının da Avrupa’da bulunduğu söylenir. Geçen yüzyı­lın ilk çeyreğinde, bir yarısının Yerzınka’daki Surb Sepuh Manastırı’nda olduğunu duyan Avrupalı alıcılar gelip, 15 bin Osmanlı altını vermek is­ter, fakat elleri boş geri dönerler. Bu manastır da, Türk güruh tarafından aynı şekilde yağmalanmış ve tahrip edilmiştir.

3. Dokuz azizin mezarı, tarihî Tortan köyünde (4), tüm mal varlığıyla, yağmalanmış ve tahrip edilmiştir.

4. (Surb Şoğakat) Şokha Manastırı, otuz somar kadar toprağı ve için­de malları vardı; bu da aynı şekilde yağmalanmış ve tahrip edilmiştir.

5. Surb Hakob Manastırı, hayli gelire sahip, yine yağmalanmış ve tahrip edilmiş, sadece, yapılış şekliyle ünlü olan savunma duvarları ayaktadır.

6. Surb Kirakos Manastın, şehirden bir saat uzaklıkta, şehrin batı tarafında, aynı şekilde, tüm mal varlığı yağmalanmıştır.

7. Nerses Hayrapet Manastırı, şehrin batısında, büyük çaptaki mal varlığı ve toprakları yağmalanmış ve mülkleri tahrip edilmiştir; sadece etrafındaki, yapılış şekliyle ünlü duvarları ayaktadır.

8. Çarçaranats Lusavoriç Manastırı, 50 somar kadar toprağı ve bü­yük mal varlığı şimdi yağmalanmış ve tahrip edilmiştir.

9. Poğos-Petros Manastırı. Aynı şekilde zengin ve toprak sahibi; ta­mamen yağmalanmış ve tahrip edilmiştir.

10. Surb Georg, mülkleri ve mal varlığı yağmalanmış, tahrip edilmiştir.

11. Surb Nikoğos, Bıtariç köyünde, yağmalanmış ve tahrip edilmiştir tüm mal varlığıyla birlikte.

12. Miavor Surb Karapet Manastırı, şehrin batı kısmında, zengin ve güzel yapılı, yağmalanmış ve tahrip edilmiştir, zenginliği ve binalarıyla birlikte. Bunların haricinde, şehrin şu veya bu tarafında serpilmiş olan ufak-tefek şapeller ve ziyaretgâhlar da vahşi Türk güruh tarafından ıssızlaştırılmış ve yok olmuştur. Tüm manastırlarda değer biçilmez eski ve değerli kitaplar, eşyalar, kutsal emanetler bulunmaktaydı.

Yeriza’nın binaları:

Yerzınka şehrinde Ermenilere ait 2.500 hane vardı, bunların yüzde doksanı yıkılmıştır. Şehirdeki 2.500 dükkândan 1.500’ü Ermenilere aitti ve şimdi bunların büyük bir kısmı harabe halindedir. 250 talebe barın­dıran dört büyük okulu ile ilk ve ortaokul düzeyinde her birinde 50-100 talebe olan birkaç mahalle okulu vardı; hepsi bugün tahrip edilmiştir.

400 talebe barındıran kız okulunun binası şimdilik ayaktadır ve göç­men barınağı olarak kullanılmaktadır.

Yeriza halkı da belli bir oranda eğitimli ve kültürlüydü.

Ticaret ve zanaatlarda ise en üst seviyede bulunuyordu.

Tüm zanaat kolları Ermenilerin elinde bulunmuştur (Bkz. istatistik bölümü), bakırcılık ve iplikçilik (manisacılık /manuse/f önemli bir yer tutmakta ve büyük oranda çevre bölgelere ihraç edilmekteydi. İkinci sınıf tanınmış tüccarların bir kısmı 50.000’den 100.000 liraya kadar mal var­lığı kaybetmişlerdir.

Kiliseler:

Surb Pırkiç – Şehrin güney tarafında, Türk hükümeti tarafından yağ­malanmış ve dinamitle tahrip edilmiştir. Surb Nişan da aynı şekilde yağ­malanmış ve iç yapısı tahrip edilmiştir.

Surb Sargis, aynı duruma sokulmuştur. Surb Yerrordutyun da aynı şekilde, iç yapısı ve eşyaları tahrip edilmiş ve yağmalanmıştır. Daha baş­ka şapeller ve ziyaretgâhlar da benzer şekilde tahrip edilip terk edilmiş­tir. Günümüzde tüm mezar taşları, ağaçları ve süslemeleri yok edilmiş olan çok büyük ve duvarlarla çevrili mezarlık da anılmaya değerdir. Bu mezarlığın içinde bulunan kurumuş çeşme, Yeğya Torosyan adında ha­yırsever bir kişinin hatırasıdır. Bu ihtiyar, katliamdan kurtulan tek kişi olarak, şehrinin geçmiş görkemine ağlamaktadır. Tahrip edilmiş Ermeni evleri ve mahallelerinin harabeleri arasında veya terk edilmiş ve ıssızlaş­mış binlerce dükkân ve mağazanın yas kokan ve yosun tutmuş kemerleri altından geçen herkes, ihtiyarın acı gözyaşlarıyla bin kere ah etmektedir.

Yeriza’nın çok sayıda manisa fabrikası ve işverenleri ile yanlarında çalışan yaklaşık 1.500 kişi vardı. Bunun haricinde, Yeriza’nın tüm Erme­ni köylerinde olduğu gibi, genel olarak her bir Yerizalının mal varlığının bir sebebinin de, çok sayıda ve geniş üzüm bağları ve meyve ağaçlarıyla donanmış bahçeleri olduğunu kabul edebiliriz.

Katliamın koşulları

Her yerde olduğu gibi, Yeriza’da da, Ermeni halkını imha etmek için aynı sistematik ve vahşi yöntemler kullanılmıştır.

Önce önde gelen kişiler ve gençler hapse atılmış ve silah talep edilme bahanesiyle duyulmamış işkencelerle günlerce eziyet edildikten sonra öl­dürülmüşlerdir. Aynı zamanda, daha birçoğu, canlı-kanlı, bileği kuvvetli gençler, bedel veren veya vermeyenler, yol yapımı bahanesiyle art arda şehir dışına, Mamakhatun hattına gönderilmiş, fakat hiçbiri geri dönme­miştir.

Yeriza’nın genel tehciri ise 28 Mayıs 1915’te gerçekleştirilmiş ve şehrin iki saat uzağında, Dürin Çayı’nın köprüsü yanında, erkek veya kadın, yaşlı veya çocuk demeden acımasızca işkence edilmiş ve katle­dilmiştir.

Katliamın ayrıntıları

Çocuk katili bir Türk’ün çileli ölümü

Anlatılanlara göre, yaşlı ve Ermeni kanına henüz doymamış bir Türk, kirletme amacıyla her yaştan kadınlardan oluşan kafilenin yolunda du­rup, onların kucaklarından ve ellerinden, bir yaşından beş yaşma kadar olan çocukları, acılı ağlayışlar ve feryatlar arasında çekerek, ayakların­dan tutup ikiye ayırarak, Fırat’ın sularına teslim etmekteydi.

Orda duran, tabii ki, o derece acımasız olmayan bir Türk, ona yakla­şarak, “Kardeş, bu kadar da olmaz, günahtır, günah”, der. “Bırak, Hoca Efendinin camide ne dediğini duymadın mı? Ermenilerin kökünü kurut­mak lazım, çünkü onlar bizim karılarımız ve çocuklarımızın oralarını bu­ralarını, şu ve bu şekilde kirlettikten sonra katletmişler”, der tehditle ve arka arkaya çocukları ikiye ayırıp kanlar içinde suya atmaya devam eder.

Günler sonra, çocuk katili Türk ağır bir hastalığa yakalanır. Kendi­siyle konuşmuş olan Türk, komşusunun ağır hasta olduğunu duyarak, günün birinde ziyaretine gider ve çocuk katilini, yatağında bir yandan diğerine çırpınıp her saniyede, “Ah, şu çocukları ağzımın üzerinden çe­kin, görmüyor musunuz, nefesimi kesiyorlar”, diye bağırdığını görür. Ziyaretçi, şu sözleri söyleyerek dışarı çıkar: “Bu dünya yapana kalmaz, ne yaparsan onu bulursun.” Gerçekten de, söz konusu çocuk katili, dört-beş gün aynı şekilde ölüm döşeğinde eziyet çektikten sonra ölür, bu dünya ona da kalmaz.

Mezardan kaçan Ermeni gencinin hikâyesi

Aslen Harputluydum, fakat askere çağırıldığımdan dolayı Yerzınka’da bulunuyordum ve zanaatkâr olarak deri tabaklanan sepi yerinde (6) çalışıyordum. Tehcir günlerinde, dışarıda kötü şeyler olduğunu görü­yorduk, fakat biz çalışan Ermeni askerlere tüm vahşeti bilme izni yoktu. Kötü günlerden bir gün, biz Ermeni amele askerleri bir tarafa ayırdılar ve dışarı çıkartıp, sıkı denetim altında, bir yerden başka yere götürmeye baş­ladılar. Bir günden diğerine, bize diğer kaçak veya başka Ermeni grupla­rını da eklediler ve sayımız üç yüze kadar ulaştı. İşimizden ayrılmamızın üzerinden iki gün geçmişti ki, akşam [gece] saat birde (Akşam saat 1, Osmanlı zaman ölçümüne göre, günbatımından sonra bir saattir ve dolayısıyla mevcut evrensel zaman ölçümüne göre akşamüstüdür), toplanan herkesi, 300 kişi kadar, büyük bir binaya doldurdular. Orada bize yememiz için ekmek verdikten sonra bir subay gelip şöyle konuştu: “Bizim iyi yürekli sultanımız, Ermeni evlatlarının düşman eline düşmemesi için (çünkü Ermeniler her zaman yararlı unsurlar olmuşlardır), onları daha içeriye nak­letme kararı almıştır. Bu yüzden padişah için dua edin ve hazırlıklarınızı görün, çünkü bugün veya yarın yola çıkacaksınız.” O gece saat dört su­larında bizi bağlı ve nezaret altında dışarı çıkardılar ve nereye gittiğimizi bilmeden, karanlıkta yolumuza devam etmeye başladık. Yürürken, bizi çevreleyen kişilerin gitgide arttığını fark ettik. İçlerinden bazıları, ellerin­de kürekler ve kazmalar tutuyordu. Az sonra, şehrin dışında bizi durdur­dular ve bağlarımızı çözerek soyunmamızı emrettiler. Her birimiz denileni yapmaya başladı. Yürüyüşe devam etmemiz için sıraya dizdiler, fakat verilen bir emir üzerine, ilk sıralardan aniden yaylım ateşi açan tüfeklerin sesi duyuldu. İki yerimden yaralanıp yere serildim, ardından bıçaklanma­ya başladık ve ensemde sert bir bıçak acısı duydum. Lâkin tüm bunlara rağmen kendimden geçmemiştim ve cesetleri çekip önceden hazırlanmış derin ve geniş bir çukura doldurmaya başladıklarında, bedenimin sıcak ‘kanla ıslandığını hissettim. Bu arada beni de çekerek çukura attılar ve ar­kamdan da başkalarını. Ayaklarıma ve göğsüme ağırlık gelmeye başladı. Şansıma, üzerime doldurulan cesetler son kalanlardı ve başımla ağzım havada, açık kaldı. Ölmek üzereydim, yaşama tutunmak için büyük zor­lukla ve kesik kesik nefes alıyordum, fakat küreklerle üzerime toprak doldurmaya başladıklarında bu ümidim de kayboldu. Bu iş esnasında ben de boş durmuyor ve parmağımın ucuyla burnum ve ağzımın üzerine do­lan toprağı bir yana itip, hava yolu açıyordum. Toprakla doldurma işlemi devam etseydi, bu çabam da tabii ki işe yaramayacaktı hayatımı kurtar­mak için. Ölü gömücüler, elbiselerimiz ve para ganimetimizi başkalarına kaptırmak istemediklerinden, gidip onları garantiye aldıktan sonra geri gelerek, kalan işleme devam etmeye karar verdiler. Onların uzaklaşma­sıyla sesler kesildiğinde, ayaklarım ve ellerimle, cesetlerin yükünün al­tından kendimi dışarıya çekmeye başladım ve kaçmaya hazırlanıyordum. O arada, çukurun içinden aniden başkalarının seslerini duydum, yardım istiyor veya cesetlerin arasından çıkmaya çabalıyorlardı. Nihayet, birbi­rimize yardım ederek, çukurdan beş kişi çıktık ve kaçmaya başladık. Üçü başka tarafa kaçtı, ben ise diğeriyle kaldım ve başka bir yöne kaçtık. Işık yavaş yavaş yok olduğunda biz bir buğday tarlası içinde yorgun, derman­sız ve kanlar içinde, uyuşmuş bir halde örtünüp yattık. Uyuyor muyduk, yoksa rüya mı görüyorduk, bilmiyorum, bizim az ötemizde insan sesleri duyduk. Dikkat kesildik ve saman ve buğday biçmek için gelmiş olan Türk aileleri olduklarını anladık. Saklandığımız tarlayı da biçtikleri tak­dirde tamamen mahvolurduk, dört yanımıza dolmuş olduklarından kaç­manın da imkânı yoktu. Bu durum karşısında sessiz kaldık ve kaderimizi şansa bıraktık.

Şansımıza, saatler geçti, akşam oldu ve bizim gizlendiğimiz yere el sürmeden evlerine çekildiler. Karanlıktan faydalanarak, arkadaşımın tavsiyesiyle, yakındaki tanıdık köylerden birine gitmek için yola çıktık, fakat biraz yürüdükten sonra, üzerimde bir halsizlik hissettim. Arkadaşım, yaramın ağırlığını görüp iç çamaşırının parçalarıyla sardı, sonra kol­larımdan tutup yakındaki bir köye varana kadar yürümemi salık verdi. Orada güvenilir dostlardan birinin evinde ağırlanıp biraz kendimize gele­bildik, oradan da Dersim’e gittik ve Rusların Yeriza’yı ele geçirmelerine kadar orada kaldık.

Ermeniler ölüyor, Almanlar eğleniyor

Yeriza’nm yerlilerinden bir Rum’un anlattığına göre, tutukluları sıra sıra bağlayıp tehcir için hapishaneden çıkarttıklarında, içlerinde yaşlı ve genç insanlar vardı, hepsi de asil, iyi hayata alışık, fakat dayak ve fala­ka altında, çivi, haç, demir, ateş ve kerpetenle uygulanan işkenceler ve eziyetler altında ezilmiş, zayıflamış, dişleri ve göz kapakları çamur dolu, elbiseleri kana boyanmış ve yırtılmış, tamamen tanınmaz hale gelmiş­lerdi. Bütün bunların yanında, en taş kalpliler dahi bir nevi rahatsızlık duyarken, öte tarafta Alman subaylar, büyük bir coşkuyla fotoğraf ma­kinelerini yerleştirerek, bu mazlumların fotoğraflarını çekmekten sanki zevk alıyorlardı.

Bir Türk’ün gururu

Rusların Yeriza’yı ele geçirmesinden önce, tüm sınıf ve yaştan Türk­ler kahvede oturmuş, her biri Ermenilere uyguladığı vahşeti anlatırken, her yaştan Ermeni kadınlarını ve kızlarını kirletip, anneleri çocuklarının ve kocalarının önünde, çocukları, annelerinin ve babalarının önünde iğfal ettiklerini, ebeveynlerinin çocuklarmının, çocuklarınmm ise ebeveynle­rinin gözü önünde nasıl öldürüldüğünü anlatırken, içlerinden biri, görül­memiş ve benzersiz bir iş yapmış olmanın gururuyla, “3-4 yaşında beş çocuğu annelerinden kopartıp bir tepenin yamacında bir hat üzerinde yan yana sıraladım ve onlar başlarına gelecekleri bilmeden, kollarını açmış, ağlayarak annelerini arar ve gözyaşları kırmızı yanaklarından süzülür­ken, az öteden attığım bir tüfek mermisiyle beşi de aniden kuş gibi tıpır­dayarak arka arkaya tepenin yamacından aşağı yuvarlandı, annelerinin yürek parçalayan ve acılı haykırışları içinde”, diye anlatır.

Çocuklarını öldüren anneler

Genç ve iskelete dönüşmüş bu Ermeni anneleri ormanlık bir dağın kenarında, yolun biraz yukarısındaki bir kayanın altında oturmuşlarken, ben de katliamdan zorlukla kurtulmuş, günlerce bir yerden diğerine, bir dağdan diğerine kaçarken, nereye gideceğimi ve nasıl kurtulacağımı bilmezken, kendimi günün birinde Dersim Dağları’na sığınmış olarak buldum.

Bu Ermeni annelere rastladığımda, durumları içler acısıydı. Saçları darmadağın, yüzleri sararmış, gözleri çukura kaçmış ve elbiseleri yır­tılmış olarak, ellerini göğüslerinde kavuşturmuş, sessizce ağlıyor ve iki yana sallanıyorlardı. Onları görünce, ben de son derece yorgun ve bitkin olarak yanlarına oturdum.

Çok az konuşacak dermanları veya keyifleri vardı. Bununla birlik­te, içlerinden biri çaba sarf ederek, “Siz tam bu yoldan mı geliyorsu­nuz?”, dedi. “Evet”, dedim. “Acaba yolda bir şeye rastlamadınız mı?”, dedi. “Hiçbir şey, sadece bir yerde 4-5 yaşlarında bir çocuk gördüm, bir kayanın altında, derin iniltilerle can çekişiyordu ve belki de şimdi ölmüş­tür”, dedim. Sözümü daha bitirmeden, her iki genç kadın da göğüslerini döverek, acılı kelimelerle ağlamaya başladı. “Kör olayım, öleyim, tatlı Gurgen’nim”, dedi onlardan biri, “Ah ne acımasızdım ben ki, seni öylece bırakıp gittim. Tatlım belki ölmez. Senin yerine ben niye ölmeyeyim ki? Evet, ben vicdansız bir anneymişim”. “Ah, benim küçük Zabel’im, yü­reğimin tatlı parçası, keşke senin yerine ben kendimi sulara atsaydım”, diyordu diğeri. “Bize ne lanetler okuyacak ve ne şikâyetler edeceksiniz, sevgili yavrular”, deyip dövünüyordu iki anne.

Ben şaşırmış bir halde kaldım ve bu ağlayış ve sızlayışı görünce, yap­tığıma pişman oldum, bir an için dermansız ve uyuşmuş bir halde, hayal âlemi içinde gözlerini yere dikip, kayanın altına sessizlik gelene kadar.

Sorularıma büyük zorlukla cevap vermelerine rağmen, sonunda, kafileleri bir Türk köyünün yakınından geçerken, zengin ve nüfuzlu bir Türk beyi tarafından birkaç genç ve güzel annenin kaçırıldığını, bir süreliğine onun ve yardakçılarının pis emellerine alet edildikten sonra yollanıldığını anladım.

Zaten yorgun ve çileli olarak, bölgeye ve yollara yabancı ve rehbersiz bir şekilde, yeni ve bilinmeyen hadiselerin beklentisi içinde eziyet çekmeye başlarlar. Yedikleri ottu ve çoğunlukla, günlerce aç kalıyorlar­dı. Bir-iki gün böyle sürer ve içlerinden bu ikisi, biri hasta Gurgen’i ve diğeri iki yaşındaki aç Zabel’i yüzünden sık sık arkadaşlarından geri kalır.

Son etapta hasta Gürgen, tamamen dermansız bir halde, zaten takatsiz kalmış annesinin kollarında ağırlaşıp, küçük Zabel de açlıktan, annesinin çoktan kurumuş olan memelerini parçaladığında, biri çekilmez yorgunlu­ğu, diğeri ise çekilmez ıstırabı ve acısından kurtulmak için, özellikle de arkadaşlarının tavsiyesiyle ve onlardan geri kalma korkusuyla, mecburen çocuklarından ayrılmaya karar verirler. Ve küçük Zabel’in annesi, tat­lı kızına açlığın pençelerinde daha fazla eziyet çektirmeme fikriyle onu nehrin sularına, Gurgen’in annesi ise, bir tesadüf çocuğunun iyileşip ya­şayabileceği ümidiyle veya nihai olarak öldürmeme düşüncesiyle onu bir kaya altına bırakıp kaderine teslim eder ve arkadaşlarına ulaşmak için yürümeye başlarlar.

“Ah, Gurgen’nimin sesini duydukça geri dönüyor ve defalarca pişman olup geri dönerek onu kucaklamak istiyordum, fakat yapamadım, ta ki yeri ve sesi belli olmayana kadar”, dedi, Gurgen’in annesi. Diğeri ise, “Kuruyayım yavrum, kuruyayım. Gözümü nehrin sularından ayıramı- yordum. Ah, ne korkunç andı o, yaşamanın ne olduğunu bilmiyordum. Yüreğimin parçası Zabel’im, keşke senin yerine ben düşseydim sulara veya birlikte ölseydik. Ben ne vicdansız bir anayım” dedi ve iki mutsuz ve kendi çocuklarının katili anne, tekrar acılara gark oldu.

Çocuklarından ayrıldıktan sonra, acılar içinde tamamen ezilmiş bu iki kederli anne, sadece bir gün yol yürüyebilmiş ve arkadaşlarına da son kez veda edip, kara yaslı bu kayaların altında kalmıştı.

Kalkıp bana eşlik etmeleri için onları teşvik etmeme rağmen, yapamadılar. Onlardan gözyaşlarıyla ayrıldım ve onların, o kayanın altındaki görüntüsü bugüne kadar hafızamdan silinmemiştir ve bana öyle geliyor ki, son derece talihsiz, kendi çocuklarının katili iki annenin bu yürek pa­ralayan sahnesi hâlâ oradadır.

Ermeni katliamlarıyla ilgili Müslüman’ın görevi nedir?

Yerzınka bölgesinin Agrak köyünden ve katliamdan kurtulmuş olan Mikayel Ulyan anlatmaktadır.

Asker olarak, inşaat taburu kısmında, binbaşının emireri olarak kalıyordum. Kemakhlı Sağıroğlu Halit Beg, Yeriza Mutasarrıfı, onun arkada­şı olan ceza reisi, Balaban aşireti lideri Gülo Ağa ve daha başka görevli kişiler, geceleyin, sabaha kadar görüştükten sonra, çete grubunun hemen toplanması için haber gönderdi ve yarım günde emirleri yerine getirildi.

Bu görevliler ve beyler, çetelerle, birlikte açık hava sofrasında otur­muşken, aralarından bir din adamı (molla) çıkıp, çetelere sessiz olmaları­nı emretti, kendisi de bir sandalyenin üzerine çıkarak, şu şekilde konuştu:

“Sevgili evlatlarım, sürdürdüğümüz bu savaş, bir din savaşıdır ve her Müslüman’ın yerine getireceği görev vardır. Sevgili kahramanlarım, Hıristiyanlara, özellikle de Ermenilere karşı kesinlikle vicdan ve merhamet göstermemek gerekir. Padişahımızın aziz emri, Ermenileri nihai olarak imha etmektir ve görevini layıkıyla yerine getiren herkes, hem burada hem de cennette kutlu olacak ve öldürülen her bir Müslüman da ölümsüz bir şehit olacaktır. Görevini yerine getirmeyenler ise, burada ve ebedi olarak lanetlenecek, onlara düşen pay cehennem olacaktır.

Haydi, sizi göreyim, evlatlarım, Hıristiyanlara, özellikle de Ermeni­lere karşı uyanacak olan herhangi bir merhameti öldürelim.” Bunları an­lattıktan sonra indi yerinden.

Onun arkasından mutasarrıf ayağa kalktı ve hocanın sözlerini tas­dik ettikten sonra, verdiği emirleri unutmamalarını ve Ermeni katliamını, küçüklü büyüklü yerine getirmelerini tembihledi. Toplanan kalabalığın arasında büyük bir şevk hüküm sürmekteydi ve her biri yemin edip söz verdikten sonra yerlerine gitti.

O sırada 3.000 kadar Ermeni amele askeri, bedava olarak yol yapımında çalışıyorduk. Gizli bir talimatnameyle günde 40-50 kişinin öl­dürülmesiyle bu sayı azalmaya başladı, 125 kişi kalana kadar. Yerli bir Rum’un anlattığına göre, bu 125 kişi de Şuşar dolaylarında bir süre çalış­tırıldıktan sonra öldürülür. Bu katliam, 8 Mayıs 1915’te (7) başlamış ve 17 Temmuz’a kadar sürmüştür.

Mutasarrıf ve daha başka önde gelen görevliler, Balaban aşireti reisi Gülo Ağa’nın Khmdzorik köyündeki evinde davetli oldukları bir sırada mutasarrıf, Gülo Ağa’ya, Tercan bölgesinden getirilip Sansar Vadisi’nde toplanmış olan Ermenileri katletme işini ele almasını teklif eder.

Gülo Ağa, gelecekte sorumluluk altına girmemek için, kendilerine imza verilmesi karşılığında katliamı üzerine alır. Mutasarrıf, Türklere ve Kürtlere, Ermenileri katletme ve mal varlıklarına el koyma yetkisi veren padişah fermanını gösterip toplantıda okur. Gülo Ağa bunun üzerine böl­gesindeki tüm kişilere ve muhtarlara adam gönderip, Ermeni katliamı ve yağmasına başlamaları talimatı verdi. Tanıdığım Canbeyli bir Kürt, bana, Ermeni katliamı olacağından dolayı, Sanasar Vadisi’nden uzaklaşmamı haber verme iyiliğinde bulundu ve ben Dersim’e kaçtım.

Bu katliamlar esnasında Alman görevlileri hep hazır bulunmaktaydı, fakat isimlerini ve rütbelerini maalesef bilmiyorum.

Agrak köyünden Mikayel Ulyants’ın hikâyesini duyduktan sonra, bir gece Kürt köyü Kışdım’da kaldım. Balaban aşireti reisi Gülo ^ğö’nın akrabalarından Zeynel’in oğlu Khalil yanıma geldi, konuşma esnasında, Gülo Ağa’nın tüm vahşetini anlattı, Sansar Vadisi’nde, Mutasarrıf Memduh Bey’in başkanlığında gerçekleştirilen toplantıyı ve yüzlerce kişilik çetelerin önünde mollanın yaptığı konuşmayı tasdik etti. Ermeni halkının katledilmesine dair acımasızca yaklaşıyorlardı. Kamakhlı Tahir Paşa’nm oğlu Khalet Beg’ in (Osmanlı Meclisi üyesi) katıldığını, Mutasarrıf Memduh Beg’in Gülo Ağa’nm evinde ağırlandığını ve Gülo’yu rahatlatmak için katliam fermanını okuduğunu anlattılar.

Bu konuşmadan sonra yalnız kaldığımızda beni ağırlayan Kürt, Davut oğlu Mehmet Ali, [konuşmaya] başladı: “Her gün, tarım işleri için tarlaya gidiyordum. Mayıs ve haziran aylarında Yeprat tamamen kanlı akıyordu ve cesetlerle kaplıydı. Bizim soyumuzdan (Kızılbaş (8)) anlayışlı kişiler, iş­lenenin çok büyük ve anlaşılmaz bir cürüm olduğunu söylediler. Sadece yirmi altı ufaklık saklayabildik Rusların gelişine kadar, sonra onları Er­meni komitelerine (9) teslim ettik”; şu yürek paralayan hikâyesini de ekledi:

“Bir gün hasat zamanı nehir kıyısında ekin biçiyorduk, nehri ikiye ayıran küçük bir adanın üzerinde dolanan don gömlekli birini gördüm. Korkumdan yaklaşamadım. İkinci günü onu tekrar gördüm aynı yerde ve hiçbir şey yapamadım. Üçüncü günü yine gördüm ve bu adamın, tüm eziyetler ve korkunç düşünceler içinde aç olduğunu fark ettim. Çantam­dan dört tane ekmek aldım, nehir kıyısına yaklaştım ve gelip alması için yavaşça seslendim. Adam gelmedi, cevap da vermedi. Tekrar tekrar yal­varmalarım bir işe yaramadı ve adam ikna olmadı. Kendisini öldürürüm veya ekmekler zehirli olabilir diye düşünerek, korkudan bana yaklaşmak istemediğini düşündüm. Korku günleriydi, aklımdan her şey geçiyordu. Belki de sevdiklerinin kanıyla boyanmış ekmeği yemek istemiyor ve gö­nüllü olarak açlıktan ölmek istiyor diye düşündüm.” Mehmet Ali şöyle devam etti: “Ne yapacağımı bilmiyordum. Ekmekleri bir taşın üzerine koydum ve son kez ses verdim, ‘Sen korkmayasın ve ekmekleri alıp yiyesin diye ben gidiyorum’, dedim ve uzaklaştım. Ertesi günü sabahtan döndüm ve ekmekleri koyduğum yerde buldum. İç çamaşırlı adamı ise, adanın kumları üzerinde hareketsiz serili buldum. Gariban ölmüştü. Bu şekilde ölmek tabii ki bir Müslüman’ın yardımıyla yaşamaktan daha iyiy­di. Bu zavallıyı bırakıp gittim ve Ruslar gelene kadar oraya dönmedim.”

Yeriza’nın yerlilerinden, 65 yaşında bir ihtiyar olan ve şehrin ele geçirilişinin 2 ay öncesinde Yerzınka’da bulunan Yeğya Ağa Torosyan da, Türk vahşetiyle ilgili benzer hikâyeler anlattı. Yeğya Ağa, Episkopos Sımbat Saadetyan’ın katlini anlattı ve bana Ermeni Mezarlığı’nda önce­den hazırlanmış olup, Episkoposun mezarı olan çukuru gösterdi. Türkler hepsini alıp götürmüş olduklarından dolayı mezar taşları yoktu, sadece onun etrafındakileri yerinde bırakmışlardı. “Korkunç günler gördüm”, dedi yaşlı Yeğya, “Basen’den, Erzurum’dan, Babert’ten, Tercan’dan ve Yerzınga’dan getirilen sevdiklerimin katledilmelerini gözlerimle gör­düm, anlatamayacağım bir vahşet”.

Yeğya Ağa, Türklerin tehdidi altında manisa fabrikasını çalıştırmış ve böylece 50-60 Ermeni kadınına yardımı dokunmuş, onları fabrikada çalıştırarak parti parti Dersim’e kaçırmıştır.

25 bin Ermeni nüfusa sahip Yerzinga şehri ve köylerinden sadece 402 kişi kurtulmuştur (Bkz. istatistik tablosu) (10). Yerzınga ve çevresinde günümüzde bulunan ve Yerzıngalılar, Çımışgadsaklılar, Kemakhlılar, Armıdanlılar ve az sayıda Harputlular ve Kığililerden oluşan Ermenilerin sayısı ise 1.450 kişiden oluşmaktadır.

Günümüzde Ermeniler ticaret alanında yine Türklerden ileri bir ko­numdadırlar. Ticareti geliştirmek, zanaatları yeniden hayata geçirmek, köylerin güzel bağ ve bahçelerini yok olmaktan kurtarmak için, milli yüksek kuramlarımız ne düşünmeli ve farklı ülkelerde gurbet hayatı ya­şayan 4 bin kadar Yerzingalı gurbetçi, çok sayıda tarihî kanıtla Ermenilere ait olmuş olan, Ermenistan’ın en güzel ve verimli ovalarından birine tekrar hayat vermek için nasıl bir duruş sergilemelidir?

Notlar

1 Osman’ın soyu: Türkleri ima etmektedir.

2 Khandek: Hendek.

3 Rivayete göre, Değtap taşının üzerinde Roma imparatoru ve imparatoriçesinin resimleri işlenmişti. Bu değerli taş, Hıristiyanlığın kabulü dolayısıyla Ermeni Kralı Tırdat’a hediye edilmişti.

4 Tortan köyü, çok eski çağlardan itibaren bilindiğinden dolayı tarihî olarak anılmaktadır. Ermenistan Kralı Büyük Tigran (M.Ö. 95-55), pagan tanrısı Barşam’ın heykelini Mezopotamya’dan buraya getirip, özel bir tapmak inşa ettirir. Heykel fildişi, dağ kristali ve gümüşten hazırlanmış olup, şahane bir sanat eseridir. Gregor Lusavoriç, IV. yüzyıl başlarında Barşam’ın tapınağını yıktırıp, yerine Surb Nişan Manastırı’m inşa ettirir.

5 Manisacılık – Dokumacılık, Manisa: Manuse, pamuklu dokuma.

6 Sepi yeri: Tabakhane, deri işleme yeri.

7 Düzeltilmiştir, orijinalde 1916’tır.

8 Kızılbaş: Şii mezhebinin bir kolundan olan (TDK, Türkçe Sözlük, 2009). Türkiye’de Zazalar ve Aleviler de bu şekilde anılmaktadır.

9 Savaş yıllarında Ermeni mültecilere yardım amacıyla kurulmuş olan çeşitli hayır komitelerini ima etmektedir.

10 İstatistik tablosu bulunamamıştır.

EMA, fon 227, liste 1, dosya 488, yapraklar 1-20, orijinal, el yazısı